February 14, 2021

Rio de Janeiro

29 Ocak 2020 / Sabah Rio'ya otobüsüm vardı, o yüzden oldukça erken kalktım. Sao Paulo'da kaç gün kalacağımı kestiremediğim ve kendimi bir bilete bağlamamak için Sao Paulo'dan Rio'ya uçak bileti almamıştım. Aslında çok uygun uçuşlar var Sao Paulo - Rio arasında, biletinizi vakitlice alırsanız. Ben tarihimi kesinleştirdiğimde maalesef artık tek yön uçak biletleri 60 usd civarına çıkmıştı. Bu yüzden otobüsle gitmeye karar verdim. Zaten hepi topu 6 saatlik bir yolculuk, yaklaşık İstanbul'dan Ankara'ya gitmek gibi. Ancak bir şekilde kredi kartıyla otobüs biletimi satın alamadım, öncesinde ve sonrasında da çalışan kartımı internetten otobüs biletimi alamadım. 

Bu yüzden Rodaviario Terminaline biraz erken gittim, bulduğum ilk otobüse bilet almak üzere. Büyükçe bir terminal Rodaviario, ve Sao Paulo - Rio arasında beş altı tane firma var çalışan. Saat 08.00'de kalkan bir otobüse bilet aldım. Otobüs saatine 45 dakika olduğu için bir büfede kahvaltı yaptım. Ve işte artık Rio'ya gidiyordum.

Öğleden sonra 2'de Novo Terminal Rodaviario do Rio'ya vardım. Yine bir Uber çağırıp Copacabana'da kalacağım yere doğru yola çıktım. Copacabana civarında kalıyorsanız otobüs garından oraya gitmek en az 45 dakikalık, gittiğiniz saate bağlı olarak daha da uzun sürebiliyor.

Copacabana & Ipenama 

Kalacağım yeri airbnb'den ayarlamıştım, odalarının ikisini kiraya veren bir aile evinde kalacaktım. Eve gidip odama yerleştikten sonra hem karnım aç olduğu hem de günü kaçırmamak için kendimi hemen dışarı attım. Evin konumu Copacabana caddesine paralel uzanan Avenida Atlantica'nın hemen bir sokak paralelindeydi. Haliyle bir kaç dakika içinde kendimi Copacabana Plajı'nda buldum.

Plaja vardığım o ilk andaki yüzüme yerleşen gülümseme yıllardır ayaklarımı basmayı hayal ettiğim bu plajda olmanın verdiği keyifle yüzümde bir süre daha kaldı. Ancak rüzgar olduğu için deniz dalgalıydı ve bunun etkisiyle çok da sevimli görünmüyordu, hatta yeşilimsi rengi beni hayal kırıklığına uğrattı (daha sonraki günlerde bunun o günkü rüzgardan kaynaklı dalgalı olmasına bağlı olduğunu anladım) Buna rağmen yine de hızlıca bir girip yüzüp çıktım, plajın oldukça sakin bir köşesinden. 

Plajda belirli aralıklarla istasyonlar bulunuyor, duşların, tuvaletlerin yer aldığı ayrıca güvenlik ekiplerinin bulunduğu istasyonlar, bunlar Posto olarak geçiyor. Posto 1 - Posto 6 arası Copocaban Plajında.

Copacabana'nın devamındaki ama baktığı yön olarak farklı konumda olan Ipenema plajına geçmeye karar verdim (Copacabana güney doğuya bakarken Ipanema güneye bakıyor)

Evin konumu tam da bu iki plajın kesiştiği yerde olduğu için ilerleyen günler de bir ona bir buna kolaylıkla yürüyerek gidip gelebilmem açısından iyi oldu. Ipanema, Copacabana'dan daha kalabalıktı, açıkçası benim şahsi düşüncem Ipanema Plajının Copacabana'dan daha güzel olduğu yönünde. Konumu gereği de günbatımını izlemek için bu plaja gelmeniz gerekiyor çünkü güneş plajın sonundan daha ileride uzanan tepelerin ardında batıyor.. Dolayısıyla benim tavsiyem gidip meşhur Copacabana'yı da görmeniz ama vaktinizi daha çok Ipanema'da geçirmeniz.

Posto 7 ile Posto 12 bu plajda bulunuyor. Posto 8-9-10 en iyi konumladalar ve kumsal özellikle Posto 10 civarında daha büyük. Ancak dikkat etmeniz gereken şey dalgalar, oldukça dengesizler. Kıyıda hareket halindeyken bir anda 20 metre kadar içeriye girebiliyor. O yüzden kimse denizin çok da dibinde oturmuyor. Bunu ben çok acı bir deneyimledim, eğilmiş fotoğraf çekerken bir anda gelen dalga fotoğraf makineme çarpıp onu kullanılmaz bir hale getirdi. Dikkat edin o yüzden dalgalara.

May 28, 2020

Sao Paulo



Arjantin'den Brezilya'ya geçiş 

25 Ocak 2020 / Sabah Foz do Iguaçu'dan Sao Paulo'ya uçuşum vardı, saat 11'de. Erken kalkıp kahvaltımı yaptım ve bir gün önceden ayarladığım hava alanı transferiyle 10 dakika mesafedeki Arjantin - Brezilya sınırına vardım. Arjantin tarafında taksiden bile inmeden pasaportumu verip geçişi hızlıca tamamladım. Brezilya tarafına varınca taksi beni beklerken, ben de sırada yaklaşık on kişinin olduğu sınır kapısında Brezilya girişim için beklemeye başladım. Küçük bir kağıda bir kaç bilginizi yazıyorsunuz ve görevli eğer sorarsa bir şeyler onları yanıtlayıp geçiyorsunuz, oldukça basit. Görevli bana bir şey sormadı, pasaportuma Brezilya  damgasını vurdu, geçtim. Sınırdan on dakika uzaklıktaki hava alanına vaktinden epey önce vardım. Artık Brezilya'daydım. 

İlk planlamaları yaparken Foz de Iguaçu'da da bir gün kalsam ve hatta oradan Paraguay'a geçsem mi diye düşünmüştüm. Ama daha önce oralara gitmiş arkadaşlarıma danışırken Bawer'in Uruguay'a geçmenin çok gereksiz olduğunu, sınıra yakın olan şehrin çok da görülmesi gereken bir yer olmadığını söylemesi üzerine vazgeçmiştim. O yüzden Foz do Iguaçu'nun yalnızca hava alanını kullandım. 

1,5 saatlik bir uçuş sonunda Sao Paulo'nun uluslararası hava alanı Guarulhos'a indim. Nispeten hızlı bir geçişle hava alanından çıktım. Toplu taşımayla uğraşmak istemediğim için Uber'den araç çağırdım ve 45 dakikalık bir yolculuk sonrası beni misafir edecek arkadaşım Beto'nun Santa Cecilia semtindeki evine geldim. Bu Uber yolculuğu 60 Real (yaklaşık 15 usd) tuttu. Bir metro biletinin 1,25 usd olduğunu düşünürsek çok da ucuz değildi açıkçası. 

Santa Cecilia

Eve vardığımda saat 3'e geliyordu. Biraz sohbet edip üzerine biraz dinlendikten sonra akşamüzeri dışarıya çıktık, hem sim kart almam gerekiyordu hem de para bozdurmam. O zaman öğrendim ki Brezilyalılar vakitlerini daha güvenli olduğu için alışveriş merkezlerinde geçiriyorlarmış. Biz de evin yakınlarındaki beş dakikalık bir araba mesafesindeki bir alışveriş merkezine gittik. İlk o zaman deneyimledim ve sonraları iyice anladım ki Brezilyalılar klimayı çok seviyor. Bana göre bir nevi buzhane olan alışveriş merkezinde hem sim kartımı alabildim hem de döviz bozdurdum. İki hafta geçerli 6 gb interneti olan bir paket aldım, Brezilya numaralarıyla da ücretsiz konuşmanın dahil olduğu bu paket için 52 Real (yaklaşık 14 usd) ödedim. Arjantin'deki kadar ucuz değil burada bu paketler, Arjantin'de 2 gb internetin içeren bir paket için sadece 140 Ars (2 usd ödemiştim) 

Daha sonrasında açık büfe akşam yemeği olan bir restorana gittik. Brezilya'da böyle çok restoran var, girişte bir kart alıyorsunuz, kart dediğim kocaman bir plastik tablet, seçtiğiniz yemekleri tarttırdıktan sonra o karta işleniyor, çıkışta da o karttaki rakama göre ödeme yapıyorsunuz ve kartı çıkıştaki turnikeye taktıktan sonra ancak geçiş yapabiliyorsunuz. İlk başta tuhaf geldi ama bu tarz restoranlar genelde sirkülasyonu çok olan restoranlar olduğu için hem pratiklik sağlıyor hem de hesabını ödemeden çıkmayı imkansızlaştırıyor. Oradan çıktıktan sonra gidip bir pubta birer bire içtik, belki ikişer. Günü böyle kapattım. 

Avenida Paulista 

26 Ocak 2020 / Bugün Pazar, istikametim Avenida Paulista. Burası Sao Paulo'nun 3 km uzunluğundaki, iş merkezlerinin, finans merkezlerinin, parkların, sergi salonlarının, müzelerin de bulunduğu en önemli bulvarlarından biri. Ve en güzel tarafı bulvarın Pazar günleri trafiğe kapatılıyor olması. 

Cadde yürüyenler, koşanlar, bisiklet sürenler, paten kayanlar, soğuk içecek satıcıları, müzik grupları, dans gösterisi yapan gruplar, hediyelik eşya satıcıları, el yapımı takılar, tablolar satan tezgahlarla adeta bir bayram yeri, insanlar araçsız devasa bir alanın keyfini çıkarıyor. Herhalde bizim buradaki bu kadar merkezi bir caddeyi her pazar trafiğe kapatmaya kalksalar olay olur, Bu arada Sao Paulo'nun da hatırı sayılır bir trafiği olduğunun altını çizmek gerekir. Bu cadde diğer günlerde oldukça işlek ve trafiğin olduğu bir cadde. Ama isteyince her şey mümkün. 

Caddeyi boydan boya yürüdüm, müzik dinledim, dans edenleri izledim, fotoğraf çektim, çok keyifli bir kaç saat geçirdim. Sonra, planlamadığımız ama bir şekilde Sao Paulo'da olacağımız tarihlerimiz denk gelen iş arkadaşım Özlem ve onun eşi Christian'la buluşmak üzere MASP'ın önüne (Sao Palula Sanat Müzesi) doğru yürüdüm. Böyle güzel karşılaşmaları çok seviyorum. Onlar da oralı tandıkları bir kaç kişiyle birliktelerdi, onlar MASP'a girmek isteyince bir saat sonra buluşmak üzere ayrıldık. Ben hafta içi de Sao Paulo'da olacağım için ücretsiz gününde ziyaret etmek istediğimden için onlara katılmadım.

May 23, 2020

Iguazu Selaleleri


Iguazu Şelaleleri'nin Arjantin tarafına gidebilmek için uçmanız gereken şehir Puerto Iguazu. Burası Iguazu Şelaleleri'nin bulunduğu ulusal parka araçla yirmi dakikalık uzaklıktaki bir kasaba. Arjantin - Brezilya sınırına ise on dakika sürüş mesafesinde. Buenos Aires'ten ucuz uçuşlar var, ben Norwegian Airlines'la uçtum ve sadece 40 euro verdim bilete. Daha vakitlice alındığında daha uygun biletler bulmak mümkün. 

Gece 11'e doğru Puerto Iguazu havalimanına vardım. Küçük bir hava limanı zaten, uçaktan inip yürüyerek terminale gidiyorsunuz. Kalacağım yeri booking.com'dan ayarlamıştım, gece olduğu ve hem toplu taşımanın sıkıntılı olabileceğini hem de bir an önce gidip dinlenmek istediğim için havaalanı transferi de ayarlamıştım. Terminalden çıkar çıkmaz adımın yazılı olduğu kağıdı gördüm, beni bekleyen 30'lu yaşlarında bir kadındı, sonrasında yol boyunca güzel bir sohbet ettik, İngilizcesi gayet iyiydi. Annesi İstanbul'a tatile gelmiş beş yıl kadar önce, ondan duyduklarını anlattı bana ve İstanbul'u görmeyi ne kadar çok istediğini. 

Bir oda bir salon ve mutfaktan oluşan iki gece kalacağım evimin önüne geldiğimde evi kiralayan Christian güler yüzüyle karşıladı beni, hem o akşam hem de ertesi gün kendisine sorduğum her soruya hemen cevap vererek çok yardımcı oldu bana. Hızlıca soyunup dökünüp duşumu alıp yattım. Çünkü ertesi gün büyük gün, Iguazu Şelalelerini göreceğim. 

24 Ocak 2020 / Sabah 7'de uyandım, mümkün olduğunca erken gitmek istiyordum, nereden bilirdim beni bekleyen sürprizi. Evden çıkıp şehir merkezine, ulusal parka giden otobüslerin kalktığı terminalin de olduğu merkeze yürüdüm. 15 dakikalık bir yürüyüş sonunda merkeze vardım, otobüse binmeden önce yapmam gereken iki şey vardı: Fotoğraf makinesinin şarj kablosunu Buenos Aires'te unuttuğum için bir şarj kablosu almak ve kahvaltı yapmak. Kabloyu bulmak hiç kolay olmadı, buldum ama tahmin edersiniz ki kabloya normalinin en az iki katı para ödedim ama bulabildiğime de şükrettim. Bir pastanede empenadas ve çayla kahvaltımı yapıp marketten su ve muz aldıktan sonra otobüs garına gittim. Daha yarım saat önce hiç kimsenin olmadığı yerde uzun bir kuyruk vardı. Kuyruğa girip bekledim, yarım saatten fazla, sıra bana geldiğinde duyduğum şeyle başımdan aşağıya kaynar sular döküldü; karayolu işçilerinin grevi varmış ve Ulusal Park'a giden yolu kapatarak eylem yapıyorlarmış, otobüsler gidemiyor dediler. Ne zaman açılacak dedim, bilmiyoruz dediler. İşçilerin haklı olduklarına emin olduğum grevlerini hak  vermekle hepi topu bir günümün olduğu ve onca yolu teperek geldiğim buradan Iguazu Şelalelerini göremeden gidecek olmanın üzüntüsü arasında gidip geldim bir süre. 



Normalde yirmi dakikalık bir otobüs yolculuğu ile varılabilen Ulusal Park'a gidebilmek için taksi aramaya başladım önce. Taksiler de gitmek istemiyordu yol kapalı olduğu için, gitmek isteyenler de fahiş fiyat söylüyorlardı ve kaç saat süreceğini bilemeyecklerini de ekliyorlardı. O sırada bir otobüs firması çalışanı istersem bilet satabileceklerini, otobüslerinin kalkacağını ama ne kadar süreceğini bilemediklerini söyledi. O sırada saat 10 olmuştu bile, ben çaresizce yapacak bir şey yok deyip aldım bileti, 360 ARS (yaklaşık 5 usd) ödedim ve otobüse bindim, Iguazu Şelalerine doğru ömür törpüsü yolculuk böylece başladı.

February 7, 2020

Colonia del Sacramento'da bir gün


Buenos Aires'teyken yakınlarda günübirlik nereye gidebilirim diye bakınırken karşıma çıkan Colonia Del Sacramento, yüzlerce yıllık taş sokaklarıyla ve kırmızı renkle boyanmış evleriyle bana gel diye seslenmişti. Bu yüzden ilk gördüğüm anda gitmeyi kafaya koymuştum çünkü Montevideo'ya günübirlik gitmek çok yorucu olacaktı ve maalesef Uruguay'a ayıracak iki günüm de yoktu. Bu yüzden Uruguay topaklarında geçirdiğim vakit bir arkadaş bakıp çıkacağım kıvamında oldu, sabah girdim akşam döndüm.

Buenos Aires'te bulunduğum süre içinde hangi gün gideceğime önceden karar vermediğim için feribot biletini de ancak bir gün önce aldım. İki firma var Buenos Aires ve Colonia Del Sacramento arasında çalışan, Buquebus ve Colonia Express, saatleri birbirine yakın, fiyatları da. Ben o an için daha uygun fiatlı olan Buquebus firmasından aldım biletimi gidiş dönüş 57 usd ödeyerek (önceden almış olsam 40 usd'ye alabilirdim)


21 Ocak 2020 /  Sabah erkenden kalkıp kaldığım semtten limana doğru giden otobüse bindim, yaklaşık 35 dakika sonra da limana vardım. Uluslararası çıkış yapacağınız için en az 2 saat önceden limanda bulunmanız tavsiye ediliyor, ben gittiğimde 1,5 saat vardı kalkışa ve çok erken gittiğimi fark ettim. Liman terminali çok küçük ve işlemler çok hızlı gerçekleşiyor. O yüzden o kadar da erken gitmeye gerek yok. Sabah kahvaltınızı mümkünse şehirde yapın çünkü limanda sadece croissant  ve çay/kahve alabiliyorsunuz ve tahmin edeceğiniz üzere pahalı, neden? Çünkü orası bir uluslararası terminal, havalananı olmasa da.

İçinde kafesi, geniş oturma alanları ve iki katlı bir duty free  bile olan bu devasa gemi bizi vaktinde alıp tam planlandığı gibi 1 saat 15 dakika sonra Colonia del Sacramento limanına bıraktı. Burada da çıkış işlemi uzun sürmedi, 10 saat sonra Uruguay'dan çıkış damgası vurulacak pasaportuma giriş damgasını vurdurup geçtim. Bu arada Uruguay da bir çok Güney Amerika ülkesi gibi Türkiye pasaportuna vize istemiyor. Ne büyük bir lükstü bu tatil boyunca, anlatamam.

February 3, 2020

Hola Buenos Aires

19 Ocak 2020 /  Buenos Aires Ezeize Uluslararası havalimanına sabah 9'a doğru indik. Şehir merkezine toplu taşımayla da gidilebiliyor ancak onca yorgunluğun üzerine bir kaç aktarma yapacağım bir toplu taşıma silsilesini çekmek istemediğimden seyahatin ilerleyen günlerinde de sıklıkla kullanacağım Uber'i tercih ettim. Neyse ki havaalanının ücretsiz interneti havaalanı dışında, otoparkların oraya kadar çekiyor da Uber'le buluşma konusunda bir sorun yaşamadım. Daha önce tanımadığım ama Buenos Aires'te yaşayan bir arkadaşımın yakın arkadaşı olan ve beni misafir etmeyi kabul eden bir arkadaşın evinde kalacaktım orada olduğum sürece (Zeynep'e selam olsun) Yaklaşık 35-40 dakika süren bir yolculuk sonrası eve vardım.




Uçakta bolca uyuduğum için eve gidip yerleştikten sonra Mehmet'le haberleşip kendimi hemen Buenos Aires sokaklarına attım. Metro istasyonunu bulmak kolay olmadı ama hava alanında nasıl olsa şehir merkezinde daha iyi bir kurla bozdururum diye düşünerek Peso satın almadığım için metroya binecek bileti de alamadım. İstasyonda kredi kartıyla alabileceğimi düşünüyordum ama makine yalnızca nakitle çalışıyordu, gişe de yoktu o istasyonda. Ne yapayım ne edeyim diye düşünürken metro görevlisine üzerimde nakit olmadığını, kredi kartıyla da alamadığımı söyleyip yakında bir döviz bürosu olup olmadığını sordum. Yokmuş, ancak gideceğim yerde varmış, orada bozdururmuşum, bunları söyledikten sonra da sağ olsun kapıyı açıp biletsiz geçmeme izin verdi. Böylece güzel bir başlangıç yapmış oldum Buenos Aires'teki günlerime. 

Plaza De Mayo 

Florida istasyonunda inip Plaza de Mayo'ya doğru yürüdüm, yol boyunca döviz satan insanlarla karşılaştım, teklif ettikleri kur havaalanından çok daha iyiydi ama döviz bürosunda bozdurmayı kafaya taktığım için es geçtim onları. Mehmet'le buluştuktan sonra öğrendim ki sokaktaki kur oranları daha iyiymiş, bu yüzden onlardan birinden bana söylediklerinden çok daha iyi bir oranla bozdurdum cebimdeki doları (1 USD = 73 ARS) Aklınızda olsun, Florida caddesi boyunca bir sürü insan göreceksiniz döviz alıp satan, çekinmeyin. İspanyolca bilmek bir avantajmış bu arada.  

Plaza de Mayo'da ilk durağımız katedral oldu, Catedral Metropolitana. 16. yüzyılda yapılmış, zaman içinde yapılan değişikliklerle farklı mimari özellikleri bir arada barındıran etkileyici bir yapı. İçinde 18. yüzyıldan kalma heykeller, duvar resimleri bulunuyor. Zaten Plaza de Mayo'ya gittiyseniz mutlaka görmeniz gereken binalardan birisi, kiliseler ilginizi çekmese bile mimarisi çekecektir.



January 10, 2020

Güney Amerika Seyahatine Hazırlık



Bundan tam dört yıl önce 2020 yılının Ocak ayında en az altı aylığına Güney Amerika'ya gitme kararı almıştım. Neden 2020 yılı ve Ocak ayı derseniz, hayatımdaki bazı yükümlülüklerden kurtulduğum yılı takip eden bir yıl olması diyebilirim kısaca. Ancak 2019 yılının Haziran ayına geldiğimde, seyahat için o kadar uzun süre ücretsiz izin almak için onca yazışmaya, konuşmaya girmek istemediğime kanaat getirdim ve planı birikmiş yıllık izinlerimi de eritebileceğim altı haftalık bir seyahate dönüştürmeye karar verererek hemen bir Buenos Aires gidiş, Bogota dönüş bileti almıştım, başka da hiçbir plan yapmadan.

Ancak gitmeyi beklerken hiç tahmin edemeyeceğim bir şey oldu, Ekim ayında bel fıtığı ameliyatı olmam gerekti, ameliyat, ayağım için fizik tedavi, iyileşme sürecinin uzaması derken seyahate son iki hafta kalaya kadar iptal etme fikri güçlü bir seçenekti. Ancak seyahate on gün kala iptal etmemeye karar verdim, yaşadığım sıkıntılı bu sürecin ardından bir de seyahati iptal edersem epey mutsuz olacaktım. O mutsuzluğu kaldıramam deyip gitmeye karar verdim, iyi ki de gitmişim.

41 gün süren 6 ülke, 15 şehir/kasaba gezdiğim  toplam 34 bin km uçtuğum, 2 bin km otobüs/tren yolculuğu yaptığım ve 700 km yürüdüğüm bu seyahat hayatımın en uzun seyahati oldu.

Seyahati yazmaya başlamadan önce seyahat öncesi nasıl bir hazırlık yaptığımı anlatmak isterim.  

Ulaşım

İlk önce bir varış ve ayrılış noktası belirleyerek uçak biletimi alarak başladım işe. Buradaki amacım seyahatin en büyük kalemlerinden biri olan uçak biletini daha uygun bir fiyata halletmekti. Kafamda kaba hatlarıyla hangi ülkelere gidecğeime dair bir rota vardı ama detaylı bir rota yoktu. Açıkçası bunu bu şekilde yaptığıma özellikle de bir anda ortaya çıkan sağlık sorunu sebebiyle sorguladım, erken davrandığımı düşünüyorum bileti almakta. Neden böyle düşündüğümü hem rota bölümünde hem de yazının sonundaki çıkardığım dersler kısmında sıralayacağım.

Kıtaya uçuşlarımı Avrupa üzerinden aldım çünkü çok daha ekonomik biletler bulunabiliyor o şekilde. Nitekim Air Europa isimli havayolu şirketinden Madrid aktarmalı bir Amsterdam - Buenos Aires gidiş, Bogota - Madrid dönüş bir uçak biletini 610 Usd'ye aldım. İstanbul - Amsterdam biletimi kredi kartımdaki puanlarla, Madrid- İstanbul biletimi de THY'deki millerimle aldım.

Aireuropa'dan oldukça memnun kaldığımı söyleyebilirim, öyle uzun bir yolculuk için ekonomik sınıfın konforlu olduğunu söyleyebilirim, yemekleri de güzeldi, çalışanların samimi ve güleryüzlü hizmeti de. Bizim pek bilmediğimiz bir havayolu firması ama karşınıza çıkarsa es geçmeyin derim.

Kıta içerisindeki seyahat planım uzun mesafeleri uçakla, kısa mesafeleri ise kara yoluyla kat etmekti. Ancak 3 ay kala geçirdiğim ameliyat ve sonrasındaki kararsızlığım kıta içindeki uçak biletlerini almamı geciktirdi. Yine durumumdan ötürü rota değişikliği yaptığım ve kara yoluyla seyahat etmem gereken yerleri rotadan çıkardığım için neredeyse tüm seyahatleri uçakla yaptım ve seyahatten iki hafta ile 5 gün öncesine kadar satın aldım. Bu yüzden harcamam gerekenden daha fazlasını harcadım. 7 uçuş gerçekleştirdim ülke içi/ülkeler arası ve toplam 620 USD harcadım bunun için.


May 25, 2018

Likya yolu / Ölüdeniz'den Kabak Koyu'na

Uzun yıllardır yapmayı istediğimiz şeye başlayabilmek için ekonomik kriz olması gerekiyormuş. Şöyle ki, normal şartlarda 9. yılımızı kutlamak için Milan ve Como gölü seyahati planlamıştık. Çok da uygun bulduğumuz uçak biletlerini euronun ilk yükseliş dalgasının yarattığı stres ve panikle yakmaya karar verip, Como gölü yerine yurt içinde bir yere gitmeye karar verdik. Böylece Likya yolunu yürümeye başlama kararı aldık, yıllar içinde peyder pey yürüyüp elbet bir gün Likya yolunun tamamını yürümek hedefimizde. O yüzden sadece iki gün yürüdük ilk seferinde. 

Seyahat 18 Mayıs günü sabah 09.10'da Dalaman uçuşuyla başladı. Dalaman havalimanından Fethiye'ye hem Havaş hem de Muttaş olmak üzere iki havaalanı transfer firması ile gitmek mümkün ve yolculuk yaklaşık bir saat sürüyor. Bu yolculuğun bedeli ise 15 TL. Fethiye'de Bahadır'ın dayısını görüp oradan Ölüdeniz'e geçmek niyetimiz. Nitekim öyle de yaptık ve yaklaşık saat 15.00 gibi Ölüdeniz'e vardık. Daha önce hiç gitmediğim için Ölüdeniz oldukça merak ettiğim bir yerdi. Aylardan Mayıs olması, haliyle turist sezonu olmaması nedeniyle neredeyse bomboş bir sahilin tadını çıkardık gün batımına kadar. Akşamında sahile beş dakika yürüme mesafesinde olan küçük çaplı, uygun fiyatlı  bir motel bulduk. 

1. gün: 19 Mayıs sabahı erken bir kahvaltının ardından minibüse atlayıp heyecanla yürüyüş başlangıç noktasına gittik. Elbette  yürüyüşe başlamadan önce fotoğraf çekilmeyi ihmal etmedik. O sırada orada olan uzak doğulu arkadaşla birbirimizin fotoğrafını çektik.

Yürüyüşe başladıktan kısa bir süre sonra o muhteşem Ölüdeniz manzarasıyla karşılaştığımız noktaya vardık.  Manzaranın tadını daha iyi çıkarabilmek için yoldan biraz sapıp, ilerideki küçük tepenin üzerine çıkmanız gerekiyor. Şahane fotoğraflar çekeceğiniz yer de orası. Bizim şansımıza o tepeye vardığımızda yağmur başladı, o yüzden oradan erken ayrılıp yola koyulmak zorunda kaldık. Neyse ki yağmur kısa sürdü de yürüyüş çamurlu başlamamış oldu.

O noktadan sonra nispeten daha az ağaçlı, gölgeliği az, çoğunlukla taşlık bir zemini olan, bu yüzden de yürümesi biraz zahmetli olan bir bölgeye vardık. Bu noktadan sonra ilk çeşmeye ulaşana kadar uzun bir yol yürümek gerekiyor. Biz o kadar hazırlıklı olmadığımız için yolun yarısında suyumuz bitti. Belki de o yüzden çeşmeye varmak bize uzun geldi, bilmiyorum. Tek bildiğim çeşmeye vardığımızda ne kadar mutlu olduğumuzdu. Kana kana su içip, mataralarımızı doldurduktan sonra bir kaç yüz metre ilerideki bir kaç haneden oluşan yerleşim yerinde dinlenmeye karar verdik. Zaten öğle olmuştu, gözleme yazısını görür görmez kendimizi evin bahçesine attık. Gözlemelerimizi yiyip çayımızı içtikten sonra yeniden yola koyulduk.

June 12, 2017

Baska bir Dünya / Jaipur ve Agra&Tac Mahal



Hindistan seyahatiyle ilgili en son söyleyeceğim şeyi en başta söylemek isterim: Hindistan'a öyle 8-10 günlüğüne gidilmez, gittin mi en az bir ay, zaman ve parasal koşulların elveriyorsa 3-4 aylığına gitmek lazım. Yoksa benim gibi aklın Hindistan'da kalmış bir şekilde, yarım yamalak gezdiğin ve gördüğün hissiyatıyla döner, ee noldu şimdi diye oturursun. Çünkü Hindistan her anlamıyla bambaşka bir kültür, bambaşka bir dünya. Onu anlamak ve hissetmek için turist kimliğinden çıkmak gerekiyor, bir hafta bilemedin on günlük bir seyahatte bunu yapmak çok da mümkün değil. Çünkü içine girdiğin sosyal hayatın ve kültürün kısa da sürse bir alışma süreci var. Ne kadar çok seyahat eden biriysen bu süre o kadar kısalıyor ama benim gibi yılda bir, bilemedin iki kez yurtdışına çıkma fırsatın varsa en az bir hafta sürebiliyor. Bu sefer de tam alışıyorken tatil bitiyor. Daha uzun süreli gitmeli dememin sebebi budur. Girişi çok uzattım biliyorum, aslında söyleyecek çok şeyim var ama kelimelere nasıl dökeceğim bilmiyorum. Buyrun sekiz günlük Hindistan seyahatine başlayalım. 

Zaman kısıtlı olduğu için önceden planlı bir tatildi, hangi gün nereye hangi araçla geçilecek, orada nerede kalınacak hepsi belliydi. O yüzden spontane gelişen bir durum olmadı, işte uzun süreli gitmenin bir güzelliği de burada. Koskoca üç ayı planlayamayacağın için istediğin an, birinden bir şey duyup ya da tanıştığın birilerinin peşine takılıp herhangi bir yere gidebilirsin. Bizim planımız Delhi'ye inip hiç havaalanından çıkmadan doğrudan Jaipur'a aktarma yapmak ve iki gün geçirmek, oradan daha önceden kiraladığımız şöförlü bir araçla Agra'ya gitmek, Tac Mahal'i görmek ve oradan Delhiye geçerek 2 gün Delhi'de kalmak, sonrasında uçakla Varanasi'ye gidip iki gün de orada geçirerek Türkiye'ye dönmek için Delhi'ye geri dönmek. Tam da böyle yaptık. Buyrun detaylar. 

İstanbul'dan 6 saatlik bir uçuşla Delhi'ye vardık. İki saat sonraki Jaipur uçuşumuzu beklemek için kendimizi bekleme salonundaki uzanma koltuklarına attık. Doğrudan Jaipur'agitme nedenimiz Holi Fest'e orada katılmak. Hani şu herkesin birbirine renkli toz boyalar attığı renk cümbüşü festival.  Bu günde sevginin, kardeşliğin, renklerin, iyiyinin kötü karşı zaferinin bayramını ve de baharın gelişini kutluyormuş Hindular. Doğanın kendisinden -kimi sandal ağacından, kimi pancardan, kimi bir çeşit üzümden- elde edilen bu renkler de doğanın uyanışını, çiçeklerin açışını yani baharın gelişini temsil ediyormuş. Biz de boyandık, renklendik, mutlu olduk. 


March 4, 2017

İskoçya'nın Alımlı Sehri


The Royal Mile

Biliyorum İskoçya ve tabi ki Edinburgh bir çoğunuzun gitmeyi görmeyi istediği bir yer. Benim de öyleydi ancak maalesef yalnızca Edinburgh'u görebildim, mevsimin kış olmasından ve günün erken kararıyor olmasından ötürü. Oysa bir Highland turuna çıkıp ballandıra ballandıra İskoçya'yı anlatmak isterdim size ama şimdi yalnızca Edinburgh ile yetinmek zorunda kalacaksınız. Umarım bir gün tekrar gidebilirim ve İskoçya'nın o muhteşem kırsalını da görüp havasını doya doya içime çekerim, sonra da gelip anlatırım gördüklerimi.  

Efendim, biliyorsunuz ben iş için bir yerlere gidince illa ki o iş seyahatinin önüne arkasına bir kaç gün koymaya, görmek istediğim başka bir yere gitmeye çalışırım. Bu sefer de İrlanda'ya yaptığım iş seyahatinin arkasına hala geçerli bir İngiltere vizemin olmasını da fırsat bilerek Edinburgh'u ekledim. İyi ki de yapmışım, ne güzel, ne keyifli bir şehirdir o öyle. 

Klasik başlangıcımızı yapalım, havayoluyla geldiyseniz şehir merkezine nasıl ulaşacaksınız? Çok kolay; havaalanından çıktığınızda hemen ileride sizi bir tramvay bekliyor olacak, doğrudan şehrin merkezine gidiyor, yaklaşık 40 dakika sürüyor. Tek yön bilet alırsanız 5,5 pound, gidiş dönüş alırsanız 8,5 pound ödüyorsunuz. Bozuk paranız varsa makineden yoksa da durağın hemen bir kaç metre berisindeki bir minibüsün içine kurulmuş turizm ofisinden nakit ya da kredi kartıyla alabiliyorsunuz. Metro şehrin merkezindeki Princess Street'ten de geçiyor, son durağı York Place. Büyük olasılıkla bu civarda kaldığınız için bu iki duraktan birisinde ineceksiniz. Eğer trenle geldiyseniz Waverrley İstasyonu'nda iniyorsunuz ve zaten doğrudan şehir merkezindesiniz (tramvayın Princess Street istasyonunun hemen yakınında) 

Konaklama için her şehirde olduğu gibi çok çeşitli seçeneğiniz var bütçenize uygun. Biz York Place tramvay istasyonuna, Edinbourgh Playhouse ve Calton Hill'e yürüme mesafesinde olan Cairn Otel isimli bir yerde kaldık. Fiyatı gayet makuldu, kendi özel banyosu olan tek kişilik odalar için gecelik 57 pound ödedik. Tabi ki burada ve yazının ilerleyen bölümlerinde fiyatlarla ilgili kullandığım makul kelimesinin Edinburgh stan
dartlarında olduğunun altını çizmek isterim. Benim gezi yazılarımı okuyanlar bilir, konaklamada mümkün olduğunca basit ve sade yerleri tercih ediyorum, çünkü bir seyahati ekonomik kılmanın en önemli parçalarından birisi konaklamaya eşek yüküyle para ödememek. 

January 22, 2017

İrlanda'daki Barıs Üzerine izlenimler


İrlanda ve Kuzey İrlanda'nın barışı nasıl inşa ettiklerini kendilerinden dinlemek ve yerinde görmek üzere Dublin ve Belfast'a bir çalışma ziyaretine katıldık. Ülke bu haldeyken, ortada barışa dair en ufak bir umut kalmamışken böyle bir ziyaret manasız görülebilir bazıları için, ancak öyle değil. Nihayetinde ziyaretimiz sırasında dinlediğimiz tanıklıklar da bize gösterdi ki barışın daha çok ve ısrarla konuşulması gereken anlar çatışmaların en çok olduğu, umudun en çok zayıfladığı anlar. Nitekim öyle de olmuş İrlanda'da, barışta inat edenler sonunda barışı getirmişler. Her bombalama sonrası, her ölüm sonrası daha yüksek sesle barış demişler. Ancak tüm bu çabalar sonucu gelen barış  aradan 18 yıl geçmiş olmasına rağmen hala üzerinde konuşulması, tartışılması, çözümlenmesi gereken sorunları barındırıyor içinde.

Dublin'de ziyaret ettiğimiz devlet kurumlarının süslü kelimeler ve cümlelerle mevcut durum konusunda çizdikleri parlak resmin aksine Kuzey İrlanda'nın başkenti Belfast'a gelince gördük ki tam olarak bir barış hala yerleşikleşmemiş ve belli ki daha zaman alacak. Her ne kadar Good Friday (Hayırlı Cuma) anlaşmasını takiben silahların susması, Katolik kesimin daha önce sahip olmadığı hakları elde etmesi, güvenlik güçleri ve hukuk sistemi üzerinde yapılan reformlar sosyal hayatı düzenleyip barış ortamı sağlamış olsa da sokaklarda dolaştığınızda barışın toplumsal düzeyde yerleşikleşmesinin siyasi olarak inşa edilmesinden çok daha fazla zaman aldığını görüyorsunuz. Belfast'ta çatışmalar döneminde İngiliz hükümeti tarafından katolik ve protestan mahalleler arasındaki silahlı çatışmaları azaltmak amacıyla inşa edilen duvarlar hala duruyor, geceleri kapatılıp sabah açılan büyük elektronik kapılar bu iki toplumu birbirinden ayırıyor ve hatta kapıların karşısına denk gelen evlerin kapılara/yola doğru bakan cephelerinde pencere yok, tüm bunlar barışın henüz tam olarak yerleşmediğini gösteriyor ki bu çok da yadırganacak bir durum değil. Çünkü 30-40 yıl süren çatışma döneminde içine ateş düşmemiş ev kalmamış neredeyse, komşu komşuyu öldürmüş, yaşanan ayrımcılık ve acılar konuştuğumuz insanların zihninde hala taze ama yine de herkes gelecekten umutla bahsediyor. Elbette tüm bu umutlu konuşmaların yanında her iki taraftan da, azınlıkta da olsalar, hala birbirinden nefret eden grupların mevcut olduğu, zaman zaman barış anlaşmasıyla sonuçlanan çatışma temelli karşıt gruptan insanların birbirlerini saldırdıkları ve hatta öldürdüklerini de öğrendik. Her ne kadar duvarların hala durmasının insanlara yaşananları her gün hatırlatması için sembolik bir anlamı olduğunu söylese de Belfast'lılar, eminim bunun bir nedeni de hala birbirini öldürmeye meyilli grupların var olması.  

Dürüst olmam gerekirse Belfast'ta yaşam alanlarının hala duvarlarla ayrıldığını bilmiyordum. Benim için tam anlamıyla bir sürpriz oldu ve böylesi çalışma ziyaretlerinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlamama vesile oldu. Belfast'ın şehir merkezinde dolaşırken çatışmaya ya da ayrışmaya dair hiçbir şey görmüyorsunuz. Bunu görebilmek için yaşam alanlarına, mahallelere gitmeniz gerekiyor. Katolikler ve Protestanlar kendi cemaatleriyle yaşıyor büyük çoğunlukla. Çalışma hayatında bir arada olan insanlar akşam olunca kendi mahallerine çekiliyor. Eğitim sisteminde de toplum içindeki bu ayrışma kendini çok net nir şekilde gösteriyor. Bize verilen bilgiler Katolik ve Protestan ailelerinin çocuklarının birlikte eğitim görme oranı tüm okul çağındaki çocukların %4'ünü kapsıyor sadece. Geri kalan büyük çoğunluk kendi cemaat okullarında eğitimlerini sürdürüyorlar. Bu yüzden görüştüğümüz bir çok kişi barışın mükemmel olmadığını ancak en azından çatışma dönemine kıyasla çok daha iyi olduğunu söylüyorlar, ve ekliyorlar en azından her gün ölmüyoruz artık.  

Sonuç olarak barışmanın, barışı kurmanın kolay olmadığını bir kez daha görmüş olduk ama mümkün olduğunu da. Barışın yolunu her zaman siyasetin açar ancak barışın kurulması ve kalıcı hale gelmesi toplumun isteği ve desteği olmadan mümkün olmaz. Gerçekten barış isteniyorsa eğer barış siyasetinin yapılması ve barışın dilini konuşan siyasetçilerin varlığı çok önemli. Gerisi ve aslında en önemli kısmı ise yine halklara kalıyor çünkü asıl barışması gerekenler halklar. Bunun için de siyasetin hakikatlerin ortaya çıkarmak, adaletin sağlamak ve yüzleşmek üzerine yoğunlaşması gerekiyor. Çünkü bunlar olmadığı takdirde gerçek bir barışmaktan söz etmek mümkün değil. Adaletin yerini bulması, suçluların cezalandırılması uzun soluklu bir barış için olmazsa olmaz. Tüm bunlar bizim ülkemiz için çok uzak gibi görünse de erişilmez değil. Sonuçta gönülden istemekle ve umut etmekle başlıyor her şey ve de her şeye rağmen, her zaman barış demek ve barışta inat etmekle.   







LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Paylaş