January 28, 2007

Stockholm

Ankara Viyana uçuşu ve Viyana havaalanında geçen koşturmacanın ardından yerimizi aldığımız Stockholm uçağı Arlanda havaalanına indiğinde 2006 yılının Ağustos ayının ilk haftasıydı. İlk kez bir kuzey ülkesi görecek olmanın verdiği heyecanla ve bizi karşılamak üzere şehir merkezindeki tren istasyonunda bizi karşılamak üzere bekleyen arkadaşımızı bekletmemek için hemen Arlanda havaalanı-Stockholm şehir merkezi arasında çalışan hızlı trene atladık. Yaklaşık 40 km lik bir mesafeyi 20 dakikada kat ederek vardık Stockholm tren istasyonuna saat 20 sularında. Stockholm’e ilk yolculuğum ortak proje yürüttüğümüz RFSL ile yapacağımız bir workshop’u ve Stockholm Pride etkinliklerine katılmayı içerdiği için birlikte çalıştığım 3 arkadaşımla birlikte gerçekleşti. Önümüzde yoğun bir programla dolu olan bir 5 gün vardı. Tren istasyonundan 10 dakikalık bir yürüme mesafesinde olan otelimize gidip yerleştikten sonra akşam yemeği için dışarıya çıktık dördümüz ve bizimle ilgilenen arkadaş. Yine otelin ve aynı zamanda RFSL’nin ofisinin yakınındaki bir İtalyan restoranına götürüldük. Biz hangi pizzadan istesek, ne çorbası içsek diye kendi aramızda Türkçe konuşurken, garsonun bize Türkçe olarak hoş geldiniz demesiyle kaldırdık başımızı menülerden. Bir yabancı tarafından jest olsun diye söylenmiş bir sözcük gibi değildi söyleyenin ağzından dökülen bu kelime. Böylece dakika bir gol bir denecek cinsten karşılaştık ilk Türkiyeli ile Stockholm’de. Daha sonra İsveç’teki göçmenler arasında Türkiye’den gelmiş göçmenlerin sayısının azımsanmayacak sayıda olduğunu öğrenecektik. Yemeğin ardından, bize eşlik eden arkadaş gittikten sonra şöyle bir şehri gezelim dedik, nereye gideceğimizi bilmeden. Saat 10 civarı, otelimizin hemen yanında bulunan ve dümdüz bir şekilde uzanan geniş yoldan yürümeye karar verdik. Buradan yürümeye karar verdik çünkü belirli aralıklarla karşılıklı binaların arasına gerilmiş ipler üzerinde bulunan bayrakların üzerine doğru sallandığı caddenin bizi şehir merkezine götüreceğinde karar kılmıştık. Yaklaşık 15 dakika süren yürüyüşümüz sırasında, o saatte kapalı olduğunu gördüğümüz yüzlerce dükkanın önünden geçtik, belli ki gündüz yoğun bir alışveriş merkeziydi burası. Yolun sonunda bizi taştan yapılmış büyük bir kapı karşıladı, büyük derken gerçekten büyük bir giriş kapısı, 4 katlı bir bina yüksekliğinde neredeyse. O andan itibaren, yapım yılı çok daha yakın bir tarihte gerçekleştiğini düşündüğümüz binalar yerini çok daha eski ama eski olmasına rağmen bir o kadar da bakımlı ve gösterişli binalara ve daracık sokaklara bıraktı. Bir taş köprünün üzerinden geçmemiz gerekti bahsettiğim bu yere gelmemiz için. burası daha sonra genişçe bahsedeceğim Gamla Stan’dı. İlk dikkatimizi çeken saatin 11 e geliyor olmasına, yani bizim için henüz erken bir saat olmasına rağmen sokaklarda kimselerin olmamasıydı. Hafta içi olmasına yorduk bu durumu ama ilerleyen günlerde de çok fazla bir hareketlilik görmedik açıkçası.
Stockholm birbirine onlarca köprüyle bağlanmış 14 adadan oluşan bir şehir. Birbirine yakın bu kadar çok ada ve bunları birbirine bağlayan bu kadar çok köprü olunca zaman zaman karıştırıyor insan, bir adadan diğer bir adaya mı geçiyor her bir köprüyü geçtiğinde yoksa şehrin içinde bir sağa bir sola kıvrılıp ilerleyen bir nehrin üzerinden mi. Zaten deniz gibi gelmiyor pek böyle kıvrım kıvrım dolanan bir su kütlesi. Gamla Stan adı verilen adanın etrafında dolaşırken bir yerde karşınıza nehir gibi görünmeyecek kadar büyük bir su kütlesi çıksa da, o da olsa olsa bir göl gibi geliyor insana. Velhasıl şehir mi denizin içinde, deniz mi şehrin içinde belli değil. Belki de bu durumdur Stockholm’e o muhteşem havasını veren diye düşünüyorum.
Laf Gamla Stan’dan açılmışken biraz bu bölgeden bahsedeyim. Gamla Stan İsveç dilinde “Eski Şehir” anlamına geliyor. Adından da anlaşılacağı üzere Stockholm şehrinin temellerinin atıldığı ada burası, aynı zamanda adaların en küçüklerinden biri ve tam şehrin merkezinde duruyor. Şimdi oturup Stockholm şehrinin tarihi bilgilerini sıralamayacağım burada ama şehrin kuruluş tarihi 1100’lü yıllara uzandığını ve 1300’lere gelindiğinde İskandinavya’nın önemli ticaret merkezlerinden biri halini aldığını, bir süre sonrada Stockholm’ün Gamla Stan adasına sığmaz olduğu için hemen çevresindeki adalara yayılmaya başladığı notunu düşmek istiyorum. Gamla Stan adasında 1300’lü yıllarda inşa edilmiş birkaç bina görmek mümkün, ama maalesef çok fazla bina yok o tarihlerden çünkü 17. yüzyılda şehirde çıkan bir yangından dolayı o yıllarda yapılmış binalar ahşaptan olduğu için çoğu yanmış. Şehrin muhtelif yerlerinde yine oldukça eski, rengarenk binalar selamlıyor sizi tüm zerafetleriyle ve bir o kadar da sağlam bir şekilde geçen zamana meydan okurcasına. Gamla Stan’ın daracık sokaklarında dolaşırken bir an kendimi 17. yüzyıldaki bir sokakta yürüyormuş gibi hissediyorum ama uzun sürmüyor bu his çünkü az ötemde bu güzelliği kaydetmek üzere patlayan bir flaş beni hemen bugüne geri getiriyor. Gündüz sokaklar çok kalabalık, özellikle Gamla Stan’da. Çünkü şehrin zamanla genişlemesinin, ticaretin ve nüfusun diğer adalara kaymasının ardından Gamla Stan daha çok turistik bir havaya bürünmüş, bundan dolayı da sokaklar hediyelik eşya dükkanları, restoranlar ve cafelerle dolu. Tam boş bulduğum bir sokağı fotoğraflamak üzere kendime iyi bir açı ararken köşeden elinde bir rakamın yazılı olduğu küçük bir pankartı yukarı kaldırmış biri dönüveriyor önce ve hemen arkasında yine her birinin üzerinde rehberin elindeki rakamın aynısı bulunan bir grup insan görünüyor ve bir anda dolduruyorlar o güzelim sokağı. Öbekler halinde dolaşan turist kafileleri. Kocaman insanların böyle göğüslerinin üzerlerinde rakamlarla dolaşmaları oldum olası komik gelmiştir bana. Hele ki birkaç kafile aynı mekanda karşılaştıklarında ortalık numaralandırılmış insanlarla doluyor, bu da bana bir yarışmanın adayları arasında kaldığım hissini veriyor: En iyi turist yarışması mesela. İşte tam da bu kalabalık turist kafileleri yüzünden akşam o sokaklarda gezmenin daha keyifli olduğunu düşünüyorum ben. Daha öncede bahsettiğim gibi Stockholm’ün özellikle geceleri sessiz bir şehir olmasının da etkisiyle sokaklar bomboş. Binaların duvarlarına monte edilmiş sokak lambalarının nispeten zayıf ve sarı ışığıyla aydınlanan o bomboş sokaklarda yürürken daha bir keyif alıyor ve kendini geçmişte hissediyor insan. Ama Stockholm’e benim gibi yaz mevsiminde gitmişseniz bu keyfi yaşayabilmek için gece 12’e kadar beklemeniz gerekiyor zira havanın kararması o saati buluyor.
Stockholm’de hayat erken bitiyor, saat 18’den sonra açık bir dükkan bulmak neredeyse imkansız, 21’den sonrada restoran bulmak bile zorlaşıyor. Eğer saat biraz geç olmuş ve hala yemek yenmemişse, 7 eleven’dan alacağınız bir soğuk sandviçten ya da sosisli sandviçten başka seçenek kalmıyor neredeyse karnınızı doyurmak için. Hayat erken bitiyor dedim ama eğlence yerleri de bir o kadar dolu, sokaktaki hayatın bitmiş görünmesinin aksine. Bir istiklal gibi ya da Kızılay gibi canlı, cıvıl cıvıl, insan dolu bir caddesi yok Stockholm’ün. İnsanlar ya evlerine çekiliyor gece olunca ya da iç mekanlara eğlenmek için. Belki de biz eğlence mekanlarının sokağa taşmasına alışık olduğumuz için gece hayatının renkliliği birazda sokakta insanların dolaşıyor, bir mekandan diğerine geçiyor olmaları ile özdeşleştiriyoruzdur, belki bundandır bize sessiz sakin gelmesi. Yoksa her gece gittiğimiz farklı barları ve içlerindeki müşterileri baz aldığımda hiç de sakin bir gece hayatı olduğu söyleyemem Stockholm’ün. Ama yine de gece hayatının beni özellikle ilgilendiren kısmı olan “gay life” bölümünün çok da renkli olduğunu söyleyemeyeceğim. Tamam herkese, her yönelime, her gruba yönelik mekanlar var Stockholm’de ama öyle aman aman mekanlar yok. Benim orada bulunduğum günlerin Stockholm Pride etkinliklerinin olduğu ve İsveç’in başka şehirlerinden de insanların geldiği özel bir hafta olması ve etkinlik kapsamında her gece birkaç yerde birden farklı kesimlere hitap eden partilerin olması hareketlendirdi gece hayatını. Özellikle çok tercih edilen partilere girebilmek için insanların onlarca metre uzunluktaki kuyruklarda beklediğine şahit oldum. Neyse ki ben orada RFSL’nin konuğu olmanın bize sağladığı ayrıcalıkları kullanmayı maksimum seviyede başardığım da hiçbir kuyruk bana etki etmedi.


Daha önce de bahsettiğim gibi orada yoğun bir programımız olduğundan ve her gün sabah 11 civarı etkinliklerin yapıldığı mekanda olmamız gerektiğinden dolayı Stockholm’ü gezmek için sabah erkenden kalkmam ve biraz koşturmaca ile görmek istediğim yerleri tek tek dolaşmam gerekti. Arkadaşlarımdan bazıları da, her gün olmasa da zaman zaman bana eşlik ettiler bu koşturmacada, eğer bir gece önce içkiyi fazla kaçırmamışlarsa. Ben azmettim ve akşam ne içmiş, ne yapmış olursam olayım sabah kalkıp hedefimi gerçekleştirmek üzere attım kendimi sokaklara. Elimde şehrin haritası bir gün önceden yaptığım plan doğrultusunda tek tek dolaştım haritada görülmesi gereken yerler olarak işaretlenmiş mekanları/parkları/müzeleri elimden geldiğince/yetişebildiğimce.


Stockholm’de çok sayıda müze var, kimi ücretsiz, kimi cüzi rakamlarla ziyaret edebileceğiniz kimi ise yok değmez diyebileceğiniz meblağlarda 70 civarında müze. Ben bunlardan sadece bir kaçını gezebilme imkanı buldum. National Museum en önemli müzelerden biri Stockholm’de. Eğer sanata, özellikle resme karşı ilgili olan birinin mutlaka görmesi gereken bir müze. İçinde sayısını tahmin bile edemeyeceğim kadar çok tablo var. Bir diğer ve benim özellikle ilgimi çeken ve gerçekten ilgiyle her galerisini gezdiğim bir müze var. Nordic museum. İçerisinde stockholm’ün her döneminde insanların günlük yaşamına eşlik etmiş mobilyadan oyuncağa, giyimden mutfak eşyasına, yağlı boya tablolardan günlük gazete ve dergilere kadar çok farklı objelerin yer aldığı bir müze. Aslında bir nevi insanlık tarihi müzesi, nereden nereye dedirtiyor insana ve bir o kadarda keyifli o gelişimi izlemek. Bir diğer müzede yine Stockholm’ün çok rağbet gören müzelerinden biri : Vasa Museum. 1600’lü yıllarda inşa edilmiş, zamanının en büyük savaş gemisinin ve o döneme ait denizcilikle ilgili objelerin sergilendiği bir müze burası. Savaş karşıtı biri olarak savaş gemisi müzesi gezme fikri çok çekici gelmese de stockholm = Vasa Museum yakıştırmalarına ve fotoğrafların cazibesine kapılarak yine savaş karşıtı bir arkadaşımın bana eşlik etmesiyle yarım saatlik bir giriş kuyruğunun ardından içeride bulduk kendimizi. 1600 küsur yılında batmış olan bu ahşap gemi 1970’li yıllarda su yüzüne çıkarılmış ve gerekli onarımlar yapıldıktan sonra Stockholm’ün bu en çok ziyaret edilen müzesi yapılmış, savaş gemisi ve gemiyle ilintili bir çok şey de sergilenmeye başlanmış. Çok bir numarası yok aslında, kocaman ahşap bir gemi. O müzede asıl ilginç olan, yani benim ilgimi çeken bölüm, zamanında o gemide çalışan ve gemiye 300 yılı aşkın bir süre denizin dibinde eşlik eden insanların iskeletlerinin, bir dizi işlemden geçirilerek ete kemiğe büründürülmüş, yani saçıyla sakalıyla, gözüyle kirpiğiyle senin benim gibi neredeyse canlı gibi duran bir hale getirilmiş mumyalarının sergilendiği bölüm. O insanların yüzlerine, gözlerinin içine bakarken ürpermemek elde değil. Kazara mumyanın bir yerinin oynaması insanın aklının yerinden oynamasına yeter. O kadar sahici yani. Dikkatimi çeken bir noktada o bir dizi işlemden geçirilerek neredeyse yaşıyormuş hissi uyandıran büstlere dönüşmüş iskeletlerin sahipleri hakkında yazan bilgiler. Çünkü o bilgilerde yazan yaşlarıyla karşımda duran büstler arasında büyük bir uçurum var. Henüz 26 yaşında olduğu belirtilen aşçı kadın 40’ını çoktan geçmiş biri gibi duruyor, öyle yorgun öyle yıpranmış gözlerle bakıyor. Demek eski zamanlarda çabuk çöküyordu insanlar diyorum, ya da denizde olmak mı böyle yaşlandırmış bu insanları bilmiyorum. Yine geminin iç kısmında insanların günlük hayatlarının canlandırıldığı bir bölüme giriyorum burası da görülesi bölümlerinden biri müzenin. Orda günlük hayatlarıyla ilgili malzemeleri/aletleri falan görünce daha iyi anlıyorum bu insanların neden oldukları yaşlarından daha yaşlı, daha yıpranmış daha yorgun göründükleri. Çünkü tüm bu aletler daha doğrusu o dönemde yaşamak o kadar çok fiziki güç gerektiriyor ki zaten mümkün değil genç bir kadının ya da adamın genç görünebilmesi. Sonuç olarak gemiyi görmekten değil de gemideki hayatı ve insanları görmekten mutlu olmuş bir şekilde ayrılıyoruz o müzeden.


Bir diğer eğlenceli ve bana göre görülmesi gereken yer de Skansen. Burası bir açık hava müzesi. Stockholm şehrinin 13-14. yüzyıldaki halinin bir modeli. O döneme ait, gerçek boyutlarda evleri, okulları, ahırları, dükkanları, pazarı ve hatta hatta insanlarıyla. Ama insanlar dediysem öyle şekil olsun diye etrafa saçılmış mankenler değil. O zamanın kıyafetlerini giymiş, dükkanlarda şekerleme, ekmek, pasta satan kanlı canlı insanlar. Mesela sokaklarında gezerken bu açık müzenin, köşeden gülüşerek sohbet eden iki kadın çıkıveriyor karşıma o zamanın kıyafetleri içinde ve zarif bir referansla selamlıyorlar beni. Sonra bir ahırın kapısından içeriye giriyorum, atını tımar eden bir genç çıkıyor karşıma bu seferde. Bana da sadece fotoğraf makinemi açıp birkaç kare almak kalıyor sanki zaman yolculuğundan bu ana ışınlanmışımda döndüğümde inanmayanlara kanıt diye göstermek üzere. İşte öylesine keyifli burada dolaşmak. Hızımı alamıyorum ben ve Skansen’in hemen yanındaki Hayvanat bahçesinde alıyorum soluğu. Gezmeyi en çok sevdiğim yerlerden biridir Hayvanat Bahçeleri. Burası da özenle düzenlenmiş ve geniş bir alana yayılan, içinde çok çeşitli hayvanların görülebileceği bir yer. Bir de manzarası için girmeye değer çünkü buradan Stockholm’ü başka bir açıdan görmek mümkün.

No comments:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Paylaş