December 1, 2008

1 Aralık Dünya AIDS günü

Yine 1 Aralık geldi çattı. Bu hafta sonunu bir köşesinde kırmızı kurdele sembolü olan çeşit çeşit ilan/afiş/bildiri görerek, Sağlık Bakanlığı ve birkaç sivil toplum kuruluşunun düzenleyeceği etkilikleri, tv’de bu güne özel hazırlanmış programları izleyerek geçireceğiz. Pazartesi olduğunda ise kırmızı kurdeleler hayatımızdan çıkıp gidecek bir sonraki “1 aralık dünya aids günü”ne kadar. Biz, toplum olarak, her şeyi gününde kutlamak/anmak/önemini kavramak konusunda çok iyiyizdir ama hemen ertesi gün normal hayatımıza geri dönme konusundaki hızımızın da ondan kalır yanı yoktur hani. 1 Aralık’ta okuduklarından, dinlediklerinden ve gördüklerinden tüyleri diken diken olmuş ve ödleri patlamış bireyler olarak, kendi kendilerine bundan sonrası için daha dikkatli olma sözü verecek bir çokları ve yine bir çokları alkolün biraz fazla kaçtığı bir bar çıkışında ya da karanlık bir park köşesinde olmadı bir sinemanın koltukları arasında unutuverecek kendine verdiği sözü. Kırmızı kurdele, AIDS sembolü olmaktan çıkıp o anda, bir mekan açılışında heyecan ve neşe içinde, bir makas darbesiyle kesilip atılan sıradan bir kırmızı, ince kumaşa dönüşecek. Bu kadar kolay aslında kesip atmak o kırmızı kurdeleyi ama unutmamak lazım kesilenin kırmızı kurdele simgesi değil kendi biletimiz olabileceğini .Demem o ki; 1 Aralık Dünya AIDS günü iyidir, güzeldir, bilinçlendirir, bilgilendirir ama o bilgileri bir sonraki 1 Aralık tarihine kadar zihinden çıkarmamak kaydıyla.

Sizlerle Dünya Sağlık Örgütü tarafından, birkaç gün önce yayınlanan güncellenmiş HIV/AIDS raporundan birkaç veriyi paylaşmak isterim. Bu rakamların büyüklüğünün ciddiyeti belki 1 Aralık tarihinin etkisinin yıla yayılmasına yardımcı olur zihnimizde.

2007 yılı itibari ile HIV ile yaşayan insan sayısı

Toplam 33.2 milyon kişi. Bunun;
30.8 milyonu yetişkin,
15.4 milyonu kadın,
2.5 milyonu da 15 yaş altındaki çocuklardan oluşuyor.

2007 yılında HIV’den etkilenen insan sayısı

toplam 2,5 milyon kişi. Bunun;
2,1 milyonu yetişkin,
420 bini 15 yaşın altındaki çocuklar.

2007 yılında AIDS’den ölen insan sayısı

Toplam 2,1 milyon kişi. Bunun;
1.7 milyonu yetişkin
330 bini 15 yaşın altındaki çocuklardan oluşuyor.


Rakamlar oldukça ürkütücü, ürkebilene, korkabilene... 60 sayfalık, dünyanın bölge bölge, ülke ülke ele alındığı detaylı raporda maalesef Türkiye’nin adı bir yerde geçiyor. Onda da 2007 yılı HIV virüsü taşıdığı saptanan kişi sayısı verilmiş: 290. Sağlık Bakanlığı’nın elindeki verilerinde gerçeğin çok çok altında olduğu biliniyor. Bu yüzden, zaman zaman çeşitli kurumlarca yayınlanan istatistiki bilgilerde Türkiye ile ilgili rakamlara bakıp içimizin rahatlamaması gerekiyor. Çünkü, İngiltere’de yapılan ulusal bir istatistik araştırmasına göre HIV virüsü taşıyan her 3 kişiden 1’inin HIV virüsü taşıyıcısı olduğunu bilmediği/teşhisinin konulmadığı ortaya çıkmış. İngiltere gibi, bu konuda bilinç düzeyi yüksek bir ülkede yaklaşık 40 bin kişinin HIV taşıyıcısı olduğunu bilmeden hayatına devam ettiğini düşünürsek, ülkemiz gibi henüz yeni yeni bu konuda bilinçlenmeye başlayan bir toplumda bu rakamların ne olabileceğini idrak etmek zor. Sonuç olarak, kırmızı kurdeleyi afişlerin/duyuruların/programların/panellerin bir köşesine günübirlik iliştirmek yerine, zihnimizin ücra olmayan bir köşesine iliştirmek daha faydalı olsa gerek hem kendimizi hem diğer insanları korumak için.

Yeni güncellenmiş raporun İngilizce versiyonuna göz atmak isteyenler için :
http://data.unaids.org/pub/EPISlides/2007/2007_epiupdate_en.pdf

November 6, 2008

Gökkuşağı hayvanları – hayvanlar dünyasında eşcinsellik

Stockholm’de katıldığım eğitimin temasına da çok uyan bir sergiye gitme şansı buldum. Daha doğrusu eğitimi düzenleyenler tarafından Pazar günkü programda isteyenlerin katılabileceği bir etkinlikti. Serginin konusu oldukça ilginç; hali hazırda uzun yıllardır üzerinde tartışılan hayvanlar alemindeki eşcinselliği gözler önüne sermek. “Gökkuşağı hayvanları” sergisi Stockholm’deki Doğa Müzesinde sergileniyor.  Oslo üniversitesinde Doğal tarih müzesinde Gerçekleştirilen “Doğaya aykırı?” isimli sergi İsveç ziyaretinde “gökkuşağı hayvanları” ismini almış. Norveç’teki bu serginin amacı; insanlar arasındaki eşcinselliğin doğaya aykırı olduğu mitini ortadan kaldırmakmış. Bugün bile insanlar arasındaki eşcinselliğin doğaya aykırı olduğunu duyuyoruz birilerinden ve bunun diğer hayvan türlerinde olmadığını iddia ediyorlar. Ama bu doğru mu diye sorgulamış Oslo üniversitesindeki bu sergi. Bruce Bagemihl isimli Amerikalı biolog tam dokuz yılını hayvanlar arasındaki eşcinselliği kanıtlamaya harcamış ve eşcinselliğin birçok hayvan türünde çok yaygın olduğunu bulmuş. 1500'ü aşkın sayıdaki tür üzerine yapılan araştırmalar sonucu bu sergi ortaya çıkmış. Oslo’da gerçekleştirilen “doğaya aykırı?” sergisi de Bagemihl’in çalışmalarını üzerine oluşturulmuş bir sergi. Şimdi Stockholm’de Doğa tarihi müzesinde İsveçlilere eşcinselliğin aslında ne kadar da doğanın içinde olduğunu gösteriyor. Daha önce hiçbir sergiye konu olmamış bir olgu üzerine kurulmuş bu sergi, fotoğraflar, modeller ve yazılarıyla ziyaretçilerini bekliyor 8 Kasım 2008'den bu yana. Sergi 3 Mayıs 2009 tarihine kadar devam edecek.

Sergiye ilgi oldukça iyi, çocuklarını bu sergiye getiren ailelerin sayısı hiç de azımsanacak sayıda değildi. Ebeveynler çocuklarını kimisi cinsel ilişki halindeki hayvan maketlerini ve fotoğraflarını gösterirken bir yandan da sergilenen türlerin yanında yazan açıklamaları anlatıyorlardı. Eşcinselliğin ne kadar doğal olduğunu. Çok merak ediyorum bu sergi Türkiye’de sergilense kaç kişi elinden tutup çocuğunu getirirdi ya da daha düz bir soruyla kaç kişi kalkıp bu sergiyi gezerdi?

İşte size sergiden birkaç alıntı:

Erkek mi Dişi mi?
Bir çift kuğu gördüğümüzde bir çoğumuz birinin erkek diğerinin dişi olduğunu düşünürüz. Ama orada sergilenen iki kuğu aslında birlikte yaşayan iki dişi kuğu. Dünyanın bir çok bölgesinde kuğular eşcinsel davranışlarıyla bilinirler. Dişilerden birinin bir erkek kuğu ile eşleşip yumurtayı dişi eşiyle birlikte baktıkları gözlemlenirken, erkek kuğuların da yumurta sahibi olan başka kuğuları baştan çıkararak onların yumurtalarına sahip oldukları ve aldığı yumurtayla yine erkek eşiyle birlikte ilgilendikleri görülmüş. Bir nevi suni döllenme ya da evlat edinme diyebiliriz herhalde bu hareketlere.

Erkek balinalar
Eşcinsel davranışlar bir çok balina türünde oldukça yaygın. Balinaların seks yaşamı genellikle suyun altında ama sertleşmiş büyük penisleriyle birbirleriyle ilişkiye giren balinalar bazen suyun üzerinde de gözlemlenebildi. Eşcinsel davranışlar yunus ve balina türlerinde oldukça yaygın. Bu arada küçük bir not: bir balinanın penisi yaklaşık iki metre uzunluğunda.

Küçük bir sürpriz
Siyah başlı martıları bir arada gördüğümüzde genellikle onlardan birinin erkek diğerinin dişi olduğunu varsayarız. Ama araştırmalar gösteriyor ki eşcinsel davranışlar martılar arasında oldukça yaygın. Erkek ve dişi martılar birbirlerine çok benziyorlar o yüzden eşcinsel çiftleri vahşi hayatlarında ayırt etmek oldukça zor. Ama denek olarak üzerinde çalışılan erkek martıların % 16-18’inin diğer erkeklerle ilişkiye girdiği ve onlarla birlikte yuva yaptıkları gözlemlendi. Hatta bu erkek çiftler tıpkı kuğuların yaptığı gibi ya bir dişi ile ilişkiye girerek ya da yumurta çalarak yavru sahibi oldukları da gözlemlendi.

Ormanda hayat
Bir çok sosyal hayvan formu birbirleriyle dayanıştıkları ve korudukları sosyal ağlara sahip. Seks, grup bağlarının güçlenmesinde çok önemli bir araç. Yunuslar da ve bir şempanze türü olan Bonobolar da tüm bireylerin biseksüel olduğu gözlemlenmiş. Ormanda hayat oldukça vahşi ve şiddet hakim ama bonobolar şiddet uygulamaktan çok sorunu seksle çözüyorlar. Bireyler arasında biseksüellik çok yaygın, grup seks de oldukça sık gözlemlenen bir olgu. Savaşma seviş kuralı işliyor Bonoboslar arasında.

Hemcins ilişki önceden inanıldığından çok daha yaygın
Hemcins çiftler kuşlar arasında oldukça yaygın. Hayvanat bahçelerinde yaşayan her beş Kral penguenden birisi eşcinsel ve doğal ortamlarında da eşcinsel çiftler oldukça yaygın. Bir penguen türü olan tiny galah ise rekoru elinde bulunduruyor çünkü çiftlerin yarısı hemcins partnerler.

Çiftlikte gey seks
Evlerde beslenen ve yetiştirilen hayvanlar arasındaki eşcinsellik yüz yıllardır bilinen bir gerçek. Bazı hayvan türlerinin bulundukları yerde karşı cinsleri olmasına karşın hemcins partnerler tercih ettikleri gözlemlenmiş. İnekler arasındaki eşcinselliğin azlığına karşın koçlar arasındaki eşcinsellik oldukça yaygın.

Sonuç
Tüm bu notlardan sonra hala elimizde bir soru var. eşcinsellik doğal mı? Sergi bu soruya soruyla karşılık vermiş. İnsan olarak, hayvan dünyasındaki eşcinselliğin bu kadar yaygın olması bize ne ifade ediyor? Bulduğumuz gerçek, eşcinsel kişilere ve onların davranışlarına bakış açımızı etkiler mi? Eşcinsellik, diğer hayvan türleri arasında olmasaydı da insanlar arasında kabul edilebilir miydi?
Dünya tarihinde eşcinselliğin “Doğaya karşı suç” ilan edildiği ilk kanun 1120 yılında Nablus Konseyi tarafından çıkarılmış. Rönesans döneminde bir çok ülke yasal sistemlerinde bu ifadeye yer verdiler. Nazi döneminde 10 ile 25 bin arasında eşcinsel toplama kamplarında öldürüldü. Bugün hala, dünyanın bazı bölgelerinde ölümle cezalandırılıyoruz. Hangisi doğaya karşı suç? Eşcinsel olmak mı, cinsel yöneliminden dolayı insanları katletmek mi?

October 10, 2008

Annemle eşcinsellik üzerine bir söyleşi

-->
Keşke sana daha önce söyleyebilseydim eşcinsel olduğumu. Keşke onca sene olmadığım biri gibi davranmasaydım sana karşı. Sen ki hayatta en sevdiğim en değer verdiğim varlıksın. Herkesten çok senin hakkın yok muydu bilmeye bunu? Tam 30 yıl bekledim söyleyebilmek için. senin bana bunu öğrendiğin gece dediğin gibi : gerçek oğlunu 30 yıl sonra tanıdın. Tam 5 yıl; sana söylemeye karar vermemle söylemem arasında geçen süre. Benim yanıma taşınıp birlikte yaşadığımız 1,5 yıl süresince de hep söylemek istedim ama cesaret edemedim, sen anla diye bekledim işin kolayına kaçarak. Meğer sen de anlarmışsın da anlamak istemezmişsin be annecim. Neyse ikimizde topladık cesaretimizi ve nihayet konuştuk. Üzerimden büyük bir yük kalktı 3 yıl önce. Meğer ne büyük bir ağırlıkmış insanın en sevdiklerinden özünü gizlemesi. Şimdi kuş gibi hafifim anne, senden gizlediğim hiçbir şey yok. Sevgilimden ayrıldığım da arayabiliyorum ya seni, derdimi anlatıp ağlayabiliyorum ya. Kaç çocuğa nasip olur ki böyle bir anne. Biliyorum bir oğlunun daha eşcinsel olduğunu öğrenmen seni biraz sarstı ama yine anladın sen bizi. Sen başkalarının anneleri gibi üzmedin ya bizi annem sen de hiç üzülme emi annelerin en güzeli.

Sana söylemeden önce benim eşcinsel olabileceğimi düşünmüş müydün?

Evet. Şüphelerim vardı. Fakat söylemedim bunu hiç. Çünkü böyle bir şeyi kendi çocuğuma kondurmak istemiyordum, yakıştıramıyordum.

Şüphelenmene ne neden oldu ve neden yakıştıramıyordun?

Çok yakın bir arkadaşın vardı ama aranızdaki normal arkadaşlıktan farklı görünüyordu. Yani bakışlarınız falan farklıydı. Bir de senin evinde bazı gey dergiler görmüştüm. O da şüphelerimi arttırdı. Hatta senin eşcinsel olabileceğinden şüphelendiğimi Anıl’a söyledim. O da yok canım dedi.
Neden yakıştıramıyordum, çünkü bizim toplumumuzun böyle bir şeyi kaldıramayacağını düşünüyordum. Bir de bu doğruysa ben ne yaparım diye düşünüyordum. Hem toplumu hem de aile çevresini düşündüm. Ne tepki gelebileceğini düşünüp sıkıntı yaptım kendime.

Türk toplumu ne düşünüyor sence bu konuda?

Ahlâksız buluyorlardır bunu. Tâbii dinin de etkisi var bence. Meselâ bir erkeğin bir kadından ters ilişki istemesi de yasak dinen ve aykırı bir şey. İki gey arasındaki ilişki bu. bu yüzden bunun günah diye düşünüyorlar. Bir de birçok insan bunun hastalık olduğunu düşünüyor. Hatta ilk başlarda ben de hastalık mı, tedavisi var mı diye düşünmedim desem yalan olur. Bir de aileler kendilerini suçlayabiliyorlar, çocuklarını iyi yetiştiremedikleri için böyle olabileceğini düşünenler var. Yani suçu kendilerinde de arıyorlar. Ama ben buna katılmıyorum.

Neden katılmıyorsun?

Çünkü benim heteroseksüel bir oğlum ve bir kızım var. sonuçta hepsini ben yetiştirdim, aynı şekilde yetiştirdim. O zaman kızım da lezbiyen olmalıydı. Böyle olduğunu düşünmüyorum. Ben bunun sonradan olduğunu düşünmüyorum. Yani aile ile de ilgisi yok, yetiştirme ile de ilgisi yok.

Gelelim benim sana eşcinsel olduğumu söylediğim güne… biraz anlatsana o günü ve duygularını.

Ben seni Ankara’ya ziyarete geldim her sene olduğu gibi. Sanırım Anıl sana benim senden şüphelendiğimi söylemiş sen de bana bunu sordun. Senden bir açıklama bekliyorum dedim. Sen de bana detayıyla anlattın. Sen o gün bana bu durumun hastalık olmadığını, sonradan olmadığını, hastalık olmadığı için tedavisi de olmadığını söyledin. Dernekten bahsettin, gey lezbiyen derneğinde çalıştığını söyledin. Zaten ben önceden biliyordum o dernekte çalıştığını. Doktora çıkayım diye bana gönderdiğin vizite kağıdında görmüştüm işyerinin adını. Ben şüphelerimde haklı olduğumu öğrenince şok oldum. Çok şaşırdım, günlerce inanmak istemedim ama yapılacak bir şey yok sonuçta. Ağladım da tabi ki. Ben sana o gece “Ben gerçek oğlumu 30 yaşında tanıdım. Keşke daha önce söyleyebilseydin” dedim. Benden saklamanı istemezdim.

Kabullenme sürecin nasıl oldu?

Neticede evlâdımsın, oğlumsun. Kaybetme korkusu da oluyor tâbii evlâdını. Senin gey olman benim sana olan sevgimi asla azaltmadı ya da aramızdaki ilişkiyi etkilemedi. Çünkü ben seni seviyorum. Senin o kendi hayatın ve seni ilgilendirir. Ama tâbii yine de evlenmeyeceğini, torun sahibi olamayacağını bilmesi üzüyor insanı. Ben sana bunu dediğim de sen bana kızın torun ihtiyacını karşılıyor ailenin demiştin. Ama yine de istemezdim böyle olmasını. İşyerinde olsun ya da toplum içinde olsun zorluk çekersiniz diye düşünüyorum. İnsanların bakış açıları nasıl olur demiştim çok iyi bakmıyor insanlar bu duruma.

Pek i tam bu duruma alıştın. İkinci bomba geldi. Anıl sana eşcinsel olduğunu söyledi. Nasıl söyledi ve ne hissettin?

Aslında Anıl’dan da şüphelerim vardı. Hiç kız arkadaşı olmadı. Soru sorardım kız arkadaşın var mı, ilgini çeken biri diye ama Anıl hep hayır deyip geçiştiriyordu. Bir de sen Anıl’a Kaos GL dergileri gönderiyordun, ben de niye diğer oğluma değil de Anıl’a geliyor bunlar diye düşünüyordum. Şüphelerim artıyordu demek ki bu da işin içinde diyordum.
Bir gün dayanamadım ve sende mi geysin diye sordum Anıl’a. O da “Soruyor musun bunu, cevaplamama gerek var mı? Bilmiyor musun sanki” diye cevap verdi. Tâbii ben ikinci şoku yaşadım. O zaman isyan ettim ben. Olamaz böyle bir şey dedim. Bir ailede bir gey olur diye düşünüyordum ikincisi fazla geldi.
Ben evden uzaktım yıllardır ve ben sana söyledikten sonra da sen Ayvalık’a geri gittin. Ama Anıl’la beraber yaşıyordun. İlişkiniz nasıl etkilendi?


Üzüldüm tâbii ki. Biraz da tartıştık. Sana söylediğim şeyleri ona da söyledim. Evlilik falan. O tartıştığımız dönem biraz limoniydi aramız. Ama sonra tâbii ki düzeldi. Çünkü o da oturttu beni karşısına ve senin anlattıklarını anlattı ve anlamamı beklediğini söyledi. Sonuçta o da benim oğlum ve onun kişisel tercihi beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren sizin benim oğlum olmanız. Ama önceden Anıl gece 2’de bile gelse merak etmezdim. Öğrendikten sonra saat 12 olunca telefonla aramaya başladım. Çünkü korkuyordum başına bir şey gelmesinden, biri bişey yapar, döver falan diye korkmaya başladım. Mesela seni öğrendikten sonra da böyle bir endişem olmadı ama Anıl’da oldu. Çünkü Anıl’ı daha savunmasız gördüm belki de yaşından dolayı. Onu korumam gerekir diye düşündüm.


Daha önce eşcinsellikle ilgili ne duymuştun ne biliyordun ve bizim anlattıklarımızdan sonra ne düşünüyorsun?


Ben eskiden eşcinsellik diye bir kelime bilmiyordum. Başka türlü deniyordu, iki erkek karı koca hayatı yaşıyor diyorlardı. Benim yaşadığım ilçede annemin en yakın komşuları birlikte yaşayan iki erkekti. Ve bütün mahalle onların karı koca hayatı yaşadığını biliyorlardı. Büyük bahçeleri vardı ve konu komşu gider onlarda oturur, muhabbet eder, çay içerdik. Kendi dünyalarında yaşayan zararsız insanlardı ve onları bilirdik ama severdik, gider gelirdik. Benim çocukluğum onların bahçesinde geçti. Bizim çevremizde onlar normal bir aile gibi karşılanıyordu, dışlanmadılar hiç. Ki bu yıllar önceydi. O zaman dışlanma yoktu. Birlikte alışverişe çıkıyorlardı, kimse dalga geçmiyordu ya da dışlanmıyorlardı.
Beni ilgilendirmiyordu ve rahatsız etmiyordu ama kendi çocuklarım olunca daha farklı tâbii. Şu anda yine hastalık olmadığını, sonradan olmadığını, aile ile ilgili olmadığını düşünüyorum. Şimdi eşcinselleri dışlama var. Çünkü siz anlatıyorsunuz nasıl zor olduğunu. Ama o zaman nasıl böyle rahattı ve şimdi zor bunu bilmiyorum.
Kaos GL dergileri okudum sen verdikten sonra. Canım ailem öykülerini de okudum sen göndermişsin Anılla bana, okusun diye. Anlamaya çalıştım. Aileler çok tepkili. Hatta okuyunca ben mi tuhafım onlar mı dedim.


Şimdi biliyorsun ki iki oğlun gey ve gelinin olmayacak onlardan. Ama onların ilişkileri var, tek fark kadınla değil erkekle. İlişkileri hakkında ne düşünüyorsun?


Sizin yaşadığınız hayatınızdan mutlu olup olmadığınız önemli olan. Siz mutluysanız sorun yok. Geçen yaz sen sevgilinle Ayvalık’a geldin. İlk sevgilindi resmi olarak benim bildiğim yani açık açık söylediğin. Geldiniz, evimde kaldınız, yedik, içtik, güldük. Çünkü artık niye oldu, noldu diye düşünmüyorum, ben sizi bir çift olarak gördüm ve kabul ettim sonuçta. Artık önemli olan bu benim için. Kadın olmuş erkek olmuş değil önemli olan sonuçta insan olması önemli.
Ben Anıl’a “Güzel, temiz ve iyi bir kızla gelseydin kolunda,” demiştim. Öyle biriyle gördüğümde mutlu olurdum demiştim. Anıl’da bana “Ben de sana yine güzel, temiz ve iyi bir erkek bulur, getiririm.” demişti. Ağlarken güldürdü beni. Bir yandan haklı. Demek istediğim de bu insan olsun derken.


Söylemek istediğin başka bir şey var mı?


Toplum çocuklarımızı dışlamasın, anlayışlı olsunlar. Ben iki erkeğin ya da iki kadının birbirini sevebileceğine inanıyorum. Toplumda bunu anlasın, saygı göstersinler.

September 17, 2008

Midilli (Lesbos)



Yolumuz uzun Selanik’ten Lesbos’a… Yıllarca Ege kıyısından karşıya bakıp ışıklarını gördüğüm, hatta açık havalarda evlerini seçebildiğim ve gitmeyi çok istediğim nam-ı diğer midilli adasına tersten gideceğim hiç aklıma gelmezdi: Ayvalık’tan 1,5 saatlik bir feribot yolculuğu yerine Selanik’ten 15 saatlik bir gemi yolculuğu ile. İlk uzun gemi yolculuğum, ege denizini geçiyoruz boydan boya. Birazdan Olympos dağının arkasından güneş batmaya başlayacak, güzel birkaç günbatımı fotoğrafı yakalayabilmek umuduyla güvertedeyiz. Uzun bir süre peşimizden gelen martılar da yavaş yavaş gemiyi takip etmeyi bırakmaya başladılar. Yol çok uzun ve en güzel yerlerde kapılmış geminin 2. Sınıf yolcular için ayrılmış bölümünde. 1. Sınıfta gidenlerin yatakları da var, bizim yok 2. Mevkide gittiğimiz için. Birkaç el tavla ve kağıt oynadıktan sonra çok da rahat olmayan koltuklarda uyuyoruz. 

September 14, 2008

Yunanistan'a ilk seyahat



Lavabonun altındaki küçük boşluğa çantamı yerleştirdikten sonra odamın karşısındaki pencereden –tren yolculuğunda tek sevdiğim şey- etrafa bakarken bir yandan da heyecanımı bastırmaya çalışıyorum. Heyecanlıyım çünkü ilk kez Yunanistan’a gidiyorum, heyecanlıyım çünkü üç haftadır görmediğim sevgilimi göreceğim, heyecanlıyım çünkü sevgilimin ailesinin evine gidiyorum. Kostas da tıpkı birçok Türkiyeli eşcinselin yaptığı gibi birkaç kez açılmak zorunda kalmış ailesine ama onlar da yine birçok aile gibi unutmaya meyilli olmuşlar her seferinde. Unutmuşlar, unutmuş gibi yapmışlar. O da daha fazla zorlamamış anne-babasını. Bir tek kız kardeşi unutmuyor. Eniştesi kız kardeşine söylememesi konusunda Kostas’ı uyarmasına rağmen o söylemiş ve aralarında birkaç yıl süren bir kopmaya neden olmuş kız kardeşinin tepkisi. Şimdi araları iyi ama ben bir yandan tedirginim, ailesiyle tanışmaktan. Ben bunları düşünürken tren çoktan hareket etti bile. Uyumak lazım. En kolay böyle geçer bu yolculuk ama mümkün mü? Müthiş bir gürültü çıkarıyor bu demir yığını rayların üzerinde hareket ederken. Tren uzun köprüye geldiğinde ilk pasaport kontrollerimiz yapılıyor, biraz sonra aynı işlem Yunanistan sınırında da gerçekleşecek ama kim tahmin eder ki bu işlemlerin 4 saat sürecek. İşte Yunanistan’dayım: Bir zamanlar eşcinselliğin meşru olduğu şimdi ise gizli kapaklı yaşandığı -Mykanos hariç- eşcinsel görünmezliğinin bizden farklı olmadığı bir ülkede. 

13 saatlik bir yolculuğun sonunda bir çift göz vagonları tarıyor hangisinden ineceğim diye. O bir çift göz silip atıyor bütün yorgunluğumu, sıkı sıkı sarılıyoruz birbirimize… 


Balkondan babasının el salladığını görüyorum Kostas arabayı park ederken. Yolculukta yatıştırmıştım heyecanımı ama şimdi 15 saniye kala evlerine adım atmaya yine başlıyor ufaktan bir kaygı. Gitmeden önce öğrendiğim birkaç Yunanca kelimeyle günaydın diyorum, hal hatır soruyorum. Sorun yok, onlar da heyecanlı ilk kez bir Türk misafirleri oluyor evlerinde. Mübadele zamanı Türkiye’den döndüklerinden beri onlar da gitmemişler Türkiye’ye. Poğaça eşliğinde yaptığımız kahvaltı sonrası Yunan Kahvesi ile noktalanıyor. Sanırım aynı kahve bulunduğun ülkeye göre isim değiştiriyor. 


Öğlen Kostas’ın babasının çalıştığı yere gidiyoruz. Bizim tarım kooperatifleri benzeri bir yer. Şehir dışında, bahçe içinde, müstakil bir bina. İki yıl önceye kadar da oradaki lojmanda yaşıyorlarmış. Kostas’ın çocukken koşturduğu koridorları birlikte dolaşmak ayrı bir zevk. 7 yaşındayken diktiği ağaç şimdi bahçenin en büyük ağacı. O anlatıyor ben dinliyorum, masal gibi, yüzümde bir tebessümle. Öğlen yemeğinde üzerinde bilumum Türk mezelerinin –artık Yunan mezeleri olduğunu da bildiğim- bir masaya oturuyoruz. Favadan, börülceye, patlıcan salatasından, cacığa kadar. Eh yanında uzo olmadan olur mu, onu da açıyorlar ve başlıyorlar sohbete. Kostas tercüman aramızda. Anlatıyorlar, büyükannelerinin, büyükbabalarının ne sıkıntılar çektiğini Türkiye’den gönderildiklerinde. Hem ülkelerini terk ettikleri için, hem de geldiklerinde burada yaşadıkları sorunlardan dolayı. Bildikleri Türkçe kelimeleri sıralıyorlar, bir kısmını biz kullanmıyoruz artık. Öğreniyorum ki 300 bin civarı Türk terk etmek zorunda kalmış Yunanistan topraklarını ama onun karşılığında 2 milyon Yunan koparılmış yaşadıkları topraklardan. Aradaki rakam farkının büyüklüğünden dolayı gelenler barınma sıkıntısı çekmişler çok. Bir tanesi anneannesinin hikayelerinde ki İzmir’i soruyor, çok görmek istiyormuş ama gelememiş bir türlü. Düşünüyorum, benim de büyükannem Selanik’ten gelmiş, düşünüyorum diğer Yunan topraklarından gelen Türkleri ve şimdi dinlediklerimi. Onları daha üzgün buluyorum sonrasında, daha hasret dolu. Selanik’te o kadar çok insanla tanıştım ki buradan gitmiş, hatta babaannesi Ayvalık’tan gitmiş bir arkadaşıyla bile tanıştım Kostas’ın. Sanki herkesin bir şekilde bir bağlantısı var Türkiye ile. İzmir deyince hemen hepsi bir ah çekiyor derinden, nasıl anlattıysa nineleri, dedeleri hikâyelerinde İzmir’i görmeden özlem dolular. 

[ pagebreak ]

 



Geldiğimden beri dikkat ediyorum, sağa sola bakıyorum, inceliyorum ama yok, burası benzemiyor Avrupa’nın diğer şehirlerine. Maket gibi binalar, hijyenik sokaklar, mesafeli gözler, buz gibi bakışlar yok burada. Bildiğin Türkiye sokakları işte, köşede bir börekçi, kahvenin önünde tavla oynayan yaşlı amcalar, nargile tüttüren gençler, kaldırıma park etmiş araçlar, Arnavut kaldırımlı Ayvalık’ı anımsatan – çok daha bakımlısı tabi- sokaklar, penceresinden bir sürü tanıdık yemeğin dışarıya baktığı lokantalar… Avrupa’nın herhangi bir şehrinden kilo vermiş olarak dönen ben, 9 günlük Yunanistan gezisinden 4 kilo almış olarak döndüğümü söylersem anlarsınız ne demek istediğimi. Bizim rakı sofrası mezeleri onların rutin akşam yemeği garnitürleri. E tabi Avrupa’nın en obez ülkesinin Yunanistan olduğunu söylesem pek şaşırtıcı olmaz herhâlde. 


Biz Selanik’te birkaç gün daha kalacağız planı yaparken Vasilisle buluşuyoruz bir akşam yemeği için. Kostas’ın yakın arkadaşlarından biri. Diyor ki bize “ben yarın Plio’ya gidiyorum hadi siz de gelin”. Plio Selanik’e yaklaşık 5 saat uzaklıkta ormanlık alanla kaplı bir bölgenin adı. Ertesi sabah Volos’a kadar 2,5 saatlik düz bir yolun ardından, ormanın başladığı yerden, tepeye doğru kıvrıla kıvrıla çıkmaya başlıyoruz. 15 dakika kadar sonra Volos’u ayaklarımızın altında bırakarak tırmanmaya devam ediyoruz. Ağaçlar sıklaşıyor, dağ evleri başlıyor, ilerde alabildiğine uzanan masmavi Ege Denizi’ne doğru inerken bir yemek molası veriyoruz. Dağ havası ile birlikte etler iniyor mideye. Öğleden sonra kalacağımız mekâna varıyoruz. Arabayı park ettikten sonra yaklaşık 5 dakika süren bir patikadan aşağıya doğru kıvrıla kıvrıla iniyoruz bu sefer. Ormanın içerisinde iki katlı şirin mi şirin bir çiftlik evi, ismi Open house.  Bahçesine girdiğimizde solda bir divan üzerinde biri kitap okurken uyuyakalmış bir çift görüyoruz, hemen aşağıda bir kişi domateslerle uğraşıyor, bir diğeri hamakta müzik dinliyor. Daha ilk dakikadan buradan çok keyif alacağım kanısına varıyorum ki yanılmıyorum da. Bizi pansiyonun işletmecisi Vasilis karşılıyor. Ayaküstü bir sohbetin ardından odalarımıza yerleşiyoruz. Bu evde 7 tane oda var: en küçüğü 2 yataklı en büyüğü 4 yataklı olmak üzere. 3 tanesinin içinde banyosu var geri kalan 4 oda içinde 2 banyo var ortak kullanımda. Oldukça basit ama bir o kadar keyifli odamızda fazla kalmadan, güneşi kaçırmadan denize girmek üzere arabayla plaja doğru yola koyuluyoruz. Geliş yolundan çok farklı olmayan bir yoldan iniyor yol plaja doğru. 10 dakikalık bir süre sonunda birkaç dakika daha yürüyerek gitmemiz gerekiyor Plaka plajına ulaşabilmek için. Çoğunluğu büyük beyaz taşların olduğu bir plaj, tertemiz bir görüntüsü var. Havlularımızı yere bırakır bırakmaz denize koşuyoruz. Deniz dalgalı olmasına karşın bir o kadar da berrak. Güneş dağların arkasında kaybolana kadar dalgalarla oynuyoruz, çocuklar gibi neşeliyiz. Uzun zamandır bu kadar keyifli hissetmediğimi farkediyorum kendimi. Biz kalkmaya hazırlanırken Open house’dan arıyorlar yemek saatini söylemek için. Yemeğe kadar biraz daha vaktimiz olduğundan bir şeyler atıştırmak için yolumuzun üzerindeki bir restorana uğruyoruz ufak. Restoranın arka tarafına geçince bönümüzde pırıl pırıl bir koyun uzandığı teras karşılıyor bizi. En güzel yerden bir masa seçiyoruz ve güneş son ışıklarını yansıtırken suya uzolarımızı içerken kalamar eşliğinde ben fotoğraf çekiyorum her zaman olduğu gibi… 


 



Eve vardığımızda yemek hazır bizi bekliyorlar. Bu evde öğlen ve akşam yemekleri işletmecisi Vasilis ve onun kız kardeşi Maria ile birlikte orada kalanlar tarafından hep beraber hazırlanıyor ve hep birlikte yeniyor. Diğer gün de Kostas ve ben kabak mücveri yapıyoruz onlara. Akşam yemeği için bizim odanın 2-3 metre önündeki uzun ahşap masa ve her iki uzun tarafında üzerinde minderlerin olduğu bankta yerlerimizi alıyoruz. Akşam yemeğinin yendiği bu kısımda ışık yakılmıyor, masanın üzerindeki 4-5 mum ve gaz lambası ile aydınlatılıyor masa. Etrafta da ışık olmadığı için ilk kez bu kadar çok yıldızın altında bir akşam yemeği yemiş oluyorum. Zaten yemek sonrasında söz dönüp dolaşıp yıldızlara geliyor. Eh tepemizde bu kadar çok yıldız varken onlardan söz etmemek olur mu hiç. Hep beraber hangisi büyük ayı, hangisi kutup yıldızı bulmaya çalışıyoruz. Masada iki Amerikalı, bir İngiliz, iki İrlandalı, 4 Yunan, bir Fransız ve bir Kanadalı ve bir de ben . 3 saat bir sürü konudan bahsediliyor, ülkelerimizden, başka ülkelerden, yıldızlardan, güneşin en güzel battığı yerlerden, denizlerden, burayı nereden bulduğumuzdan… Herkes odalarına çekilince, iyice sessizliğe gömülüyor ortalık. Biz biraz daha kalıyoruz, usul usul sohbet ediyoruz ellerimiz ellerimizde, başımızın üstünde yıldız kubbeyle. 


Herkes bizden önce ayaklanmış bile. En son biz uyanıyoruz. Güzel bir kahvaltının ardından başka bir plajda alıyoruz soluğu. Burası dünkü plajdan da güzel. Pırıl pırıl masmavi bir deniz ve rengârenk küçük çakıl taşlarından oluşan bir plaj. Rüya gibi resmen. Saatlerce oynuyoruz Kostasla denizin içinde, dalgalarla boğuşuyoruz, gülüyoruz, sarılıyoruz. Güzel olan her şey daha bir güzelleşiyor sevdiğinde yanında olunca. Kaldığımız yer ormanın içerisinde, denizden biraz uzak. Ertesi gün patika yoldan gitmeye karar veriyoruz plaja.


2 günün sonunda Plio’dan ayrılırken Yunanistan ve Türkiye arasındaki birkaç farkı da görmüş oluyorum. Bir kere plajlar, denizler bizimkilerden çok daha temiz. Kimse bırakmıyor elindeki pet şişeyi sağa sola. İkincisi bizde de olan bir kuralı onlar uyguluyorlar. Denizden 50 metre içeriye kadar kimse otel, restoran, cafe gibi bilumum denizi özelleştiren yerler açamıyorlar. Deniz ve sahil kamuya açık, kimse rant sağlamıyor. Plio’yu arkamızda bırakıp Selanik’e doğru dönerken kocaman gülümsemeler var yüzümüzde. 


 



Selanik için İzmir gibi derlerdi, merak ederdim ben de. İzmir gibiymiş hakikaten, Kordon öylece uzanıyor karşımda. Saat kulesinin yerinde bir kale duruyor sadece, bir de Hasan Tahsin’in ilk kurşun heykeli yerinde Büyük İskender’in heykeli atının üzerinde. Şehrin her yanı tarihi kalıntılarla dolu. Selanik hep önemli bir şehir olmuş çağlar boyunca ama hep ikinci şehir olmuş İstanbul’dan sonra. Hem Bizans’tan hem Osmanlı’dan bir sürü kalıntı var: taklar, hamamlar, arenalar… 


Akşamüzeri gemi uzaklaşırken Selanik’ten yavaş yavaş bir dahaki sefere daha çok vakit geçirme sözü veriyorum burada. Yolumuz uzun Selanik’ten Lesbos’a… 

May 16, 2008

Şehirlerarası aşk


İlk başlarda baş edilebilir gibi görünse de zaman geçtikçe sevgiliyle paylaşılamayan her an çekilmez bir hal alacaktır. Yalnız izlenen bir filmdeki bir sahnede, ortak sevdiğiniz bir şarkı hiç ummadığınız bir anda kulağınıza çalındığında, yolda yürürken ilginç bir şey gördüğünüzde, izlediğiniz bir dizideki komik bir sahnede, arkadaşlarla yenilen bir yemekte kadeh kaldırırken, çektiğiniz bir fotoğrafın nasıl göründüğüne bakarken ve herhangi bir şeyi tek başınıza yaparken hep biraz daha fazla özlenecektir uzaktaki sevgili ve her seferinde kahredilecektir uzaklığa. Hafta sonları dönüşümlü olarak gerçekleştirilen git geller, sıkça yapılan telefon görüşmeleri de hiç bir zaman doyasıya yaşanan bir ilişkinin tadını veremeyecektir. Eğer şartlar müsaitse taraflardan biri diğerinin yanına taşınarak bu sorun çözülebilir ama bu da oldukça fedakarlık isteyen bir iştir. İşin doğrusu kaç kişi böyle bir fedakârlığı hak etmektedir? Diğer yandan hep aşık olunacak kişilerin farklı şehirlerde olması da ayrı bir ironi ve ayrı bir manşet konusudur.

April 13, 2008

ev demek özgürlük demektir

Herkesin hayalidir bir gün “ev”lenmek. Ama bizim geleneklerimizde evlenmeden “ev”lenmek pek mümkün değildir. Önce her yeri bizimdir ailemizin evinin. Zaten küçücük olduğu için bedenlerimiz bir o kadar büyüktür o iki oda, bir salon evimiz; koştura koştura bitiremeyiz. Büyüdükçe, kendimizi keşfettikçe, diğerlerinden farklı olduğumuzu kavradıkça iyice odamıza çekiliriz, artık odamızdır evimiz. Büyümüştür bedenlerimiz bu arada ve büyük de olsa dar gelir bize bir kapı, bilemedin bir pencereli o dört duvar. Bazıları şanslıdır; üniversiteyi kazanır, ailesinden uzakta “ev”lenebilme ihtimalleri doğar; şanssız olanlar içinse ya yurttur yeni evleri ya akrabalardır, gidilen şehirdeki. Tabi azımsanmayacak kadar büyük bir grup içinse bir an önce evlenmektir “ev”lenebilmenin tek yolu.

Sanırım en fazla “ev”lenme hayali kuranlar da eşcinsellerdir. Çünkü ev demek özgürlük demektir. Özgürlük demek, eve istediğin zaman gelip istediğin zaman çıkabilmektir, ortalığı dağınık bırakabilmektir. Özgürlük televizyonda istediğin kanalı izleyebilmek, yüksek sesle müzik dinleyebilmektir. Özgürlük sabah biri tarafından uyandırılmamak, ders çalışıp çalışmadığının kontrol edilmemesi demektir.

Ben, son özgürlük tanımı hariç hepsine zaten sahiptim. Laf aramızda, o zamanlar son özgürlük tanımından da bihaberdim. Kimse sormazdı bana derslerimin nasıl gittiğini. Odamı toplamam da söylenmedi bana hiç; hiç odam olmadı çünkü… Her şeyin sesi hep yüksekti evde; ailenin diğer fertlerinin sesini bastırabilsin diye. Nereye gidiyorsun’u bırakın, kimse bana nerede kaldığımı bile sormadı. Kalabalık bir ailenin yalnız bireyleriydik hepimiz, herkesin kendi halinde olduğu ama kendi halinde olurken bile diğerlerini huzursuz etmekten kaçınmadığı, daimi bir iç savaş halinde olan bir ev. O yüzden tek bir nedenim vardı benim ev hayali kurmamın: Huzur… Çünkü benim evim, kendimi hiç ait hissetmediğim, nam-ı diğer “baba evi” bir an önce uzaklaşılması gereken saatli bir bombaydı. Aklım başıma gelir gelmez -şükür çok uzun sürmedi- terk ettiğim, terk etmekten hiç pişmanlık duymadığım bir evdi.

Ev arkadaşlarıyla da paylaştım evimi, sevgiliyle de, hatta uzun bir aradan sonra kısa bir süreliğine annem ve kardeşimle de… Ama çoğunlukla yalnızdım evimde. Üniversitede ev arkadaşlarıyla paylaşılan ev kelimenin tam anlamıyla bir karnaval yeriydi. Kimin girip kimin çıktığı belli olmayan, kalabalık akşam yemeklerine ev sahipliği yapan, kahkahaların havada uçuştuğu, sabahlara kadar oyunların oynandığı, yapılacak hiçbir şeyin olmadığı o küçücük şehirde, okuldan kalan zamanın neredeyse tamamının geçirildiği ve en güzeli, içinde kendime ait bir odanın olduğu bir evdi. Şimdi düşünürken bile gülümsetiyor beni o kalabalık ev hali. Ama sanırım yaşla tahammül arasında ters bir ilişki var. Çünkü yaşım yükseldikçe insanlara tahammül sınırım da düşüyor; tabi tahammül edilme sınırım da beraberinde. Kendimi evimde en mutlu hissettiğim anların, onunla baş başa geçirdiğim anlar olması da bu yüzden belki. Yalnızlığıma duyduğum sevginin günden güne artması da...

Benim evim… Tek bir kelimeyi karşılıyor benim sözlüğümde bugün: Huzur. Bırak içine girmeyi büyüdüğüm evin kapısından bile geçmemiş, hatta mahallede birkaç komşunun evinde olan şey sadece. Çocukluğumun özlemi...

Bazen kendimi eve koşturur buluyorum, hızlı hızlı açıyorum kilidi bir an önce atmak için kendimi içeri. Kapıyı kapatıp arkamda bıraktığımda üzerime üzerime yürüyen insanları, susmak bilmeyen korna seslerini, çığlık çığlığa koşturan çocukları, onlara hiçbir şey demeyen annelerini ve babalarını, sokak satıcılarının gürültüsünü, sokakta, metroda sağa sola yerleştirilmiş hoparlörlerden gelen avaz avaz ezan sesini, minibüste arkamda oturan sarhoş iki adamın yüksek sesli sohbetini, yüzümü dalayan soğuğu, koltuk altımı terletmesinden nefret ettiğim güneşi, minibüs kuyruklarını, toplanmamış çöplerin leş gibi kokusunu, serseri bakışları, tespih sallayan adamları, bokunda boncuk var sanan kendini beğenmiş insanları, her bir metrekaresinde solumak zorunda olduğum sigara dumanını evet en çok da sigara dumanını bıraktığım için arkamda, huzur buluyorum evimde.

Çok evcimen biri olduğum söylenemez aslında ama düşkünümdür yine de evime. Gecenin bir yarısı da olsa evime gideceğim ben diye tutturmam bu yüzden. En sevdiğim tatil yerinde bile özlememin nedeni de bu. Bu dünyada sadece bana ait ve en çok hükmümün geçeceği tek mekân evim. Sırf bu cümle bile yeterli aslında insanın evini sevmesi için. Obsesif görünmüş olabilirim ama konu evim olunca ama şu; sadece ben istediğimde bozulacak sessizlik huzur veriyor bana, tek istediğim şey bu, hayatta. Sanırım duygusal bir bağ var evimle aramda, ona iyi bakmam gerek bana huzur vermesi için. Ona iyi bakabilmek için de evde olmam gerek. Geç oldu artık benim eve gitmem gerek…

Ageizm

Ageism, çok kısa bir şekilde tanımlamak gerekirse, bir kişi ya da gruba karşı yaşından dolayı yapılan ayrımcılıktır. Kelime itibari ile yabancı olduğumuz ama birçok ayrımcılık türünde olduğu gibi anlamını bilmeden yaptığımız ayrımcılıklardan biri. Streotipler ve önyargılarımızdan kaynaklı, öğretilmiş/öğrenilmiş davranışların sebep olduğu ayrımcılık. Bu ayrımcılık, sırf genç oldukları için yetişkin olmayan bireylerin fikirlerini önemsiz görmek ya da sırf yaşlarından dolayı belli davranışları sergileyeceklerini varsaymaktan, yine yaşlı oldukları için üretime katılamayan insanları sosyal bir yük olarak görmek ve onları hem ekonomik hem sosyal hayattan dışlamaya kadar varabilen çok geniş bir yelpaze oluşturmakta. Her ikisi de günlük hayatımızda farkında olmadan oldukça sık yaptığımız eylemler.

Benim asıl değinmek istediğim yaşlılara karşı uygulanan ayrımcılık. Ülkemizde bir nebze de olsa kültürden gelen bir avantaja sahip olsalar da birçok yaşlı insan en yakın aile bireylerinden tutun da hiç tanımadığı, sokaktaki insandan gelebilen çeşitli davranışlara maruz kalabiliyor. Aslında insanın toplumla entegre olmaya en ihtiyaç duyduğu bir dönemde sosyal hayattan soyutlanmak, yok sayılmak daha da ötesi bakılmaya muhtaç ve ekonomi için yük varsayılmak, yaşlı insanları daha da yalnızlaştırmakta.

Biraz düşündüğümüzde günlük hayatımızda kullandığımız bir çok sözün bu ayrımcılığı desteklediğini, desteklemenin de ötesinde ürettiğini görürüz; “yaş yetmiş, iş bitmiş”, “çürüğe çıkmak”, “yaşından utanmıyorsan, ak saçından utan”, “artık köşende oturma zamanı” gibi bir çok deyim ve atasözü toplumdaki yaşlılara karşı olumsuz bakışı desteklemekte. Belki de sırf bu yüzden bir çok insanın kabusudur yaşlanmak. Tabii ülkemiz özelinde düşündüğümüzde ekonomik olarak zayıflamak da yaşlanmaktan korkmanın diğer bir nedeni. Ama zaten ekonomiyle sosyal yaşam birbiriyle çok ilintili kavramlar olduğu için genel olarak dışlanma korkusunu üretiyor insanda yaşlanma fikri.

Şimdi gelelim konunun asıl bizi ilgilendiren kısmına. Hem yaşlı olup hem de LGBT birey olmak.; ben dahil bir çok LGBT arkadaşımın korkulu rüyası yaşlanmak çünkü gayet iyi biliyoruz ki zaten homofobik bir toplumda görece daha güçsüz olmak yani yaşlı olmak ötekinin de ötekisi olma anlamı taşıyor. Sırf bu yüzden Avrupa ülkelerindeki LGBT örgütler yaşlı LGBT bireylerin yaşamlarını kolaylaştırmak, sosyal hayattan kopmamalarını sağlamak, cinsel yönelimlerinden dolayı ekstra ayrımcılığa uğramamalarını sağlamak için çeşitli çalışmalar yapıyorlar, hatta önceliklerinden biri haline gelmiş durumda. Ülkemizde diğer Avrupa ülkelerinden farklı bir durum var. LGBT hareketin genç olmasından kaynaklı olarak yaşlı LGBT bireylerin çok azı bu harekette kendilerini gösterme ve yer alma fırsatı bulabildiler ya da cesaret edebildiler. Ama genel olarak yaşlı LGBT bireylerin ne gibi sıkıntılar yaşadığı bilgisine çok net sahip değiliz. Ama bunu tahmin etmek aslında hiç de zor değil. En başta sosyal yaşamdan soyutlanmak, sosyal yaşama dahil olamamak var ki yukarıda da bahsettiğim gibi diğer insanlara en ihtiyaç duyulan bir dönemde yalnız kalmaya neden oluyor,i bu da zaten başlı başına büyük bir probleme tekabül ediyor.

Zaten bu yazıyı yazmama neden olan da bu sosyal dışlanmaya yakın bir zamanda şahit olmam. bir gey bar ve o gey barı dolduran bir sürü genç insan… diğer bir yanda da o genç insanların “amca” diye nitelendirdiği aslında o kadar çok görmeye alışık olmadığımız sayıda yaşça büyük insanlar… ve kendimin de dahil olduğu bir bar dolusu insanın onlar hakkındaki sözlerinden ve davranışlarımdan gözlemlediklerim… bu, sosyal dışlanmanın yaşanabileceği ortamlardan sadece biri. İşin komik yanı o insanların o bara gelmelerini “medeni cesaret” olarak bile görebilmemiz. Oysaki yaşlılık hayattan el ayağın çekilmesini gerektirmiyor, kendini eve kapatmayı ya da yeni insanlarla tanışmamayı gerektirmiyor.

Birçok insan için yaşlanınca huzurevine gitmek çözüm olabiliyorken LGBT bireyler bunun için iki kez düşünmek zorunda hissedebiliyorlar. Çünkü gittikleri huzurevinde gerek arkadaşları gerekse huzurevinde onlara bakmakla sorumlu kişilerin sırf cinsel yönelimlerinden dolayı kendilerine farklı muamele yapabileceklerini hatta yalnız kalabileceklerini düşünebiliyorlar. Avrupa’da yapılan araştırmalar da gösteriyor ki yaşlılık dönemine kadar açık olarak yaşayan bazı LGBT bireyler yaşlı bakım evlerine gittiklerinde tekrar kendilerini gizleme gereği duyabiliyorlar.

Aslında yapmamız gereken biraz empati kurmak çünkü yaşlılık biyolojik bir süreç ve herkesin bir gün gelip yaşayacağı bir dönem. Belki bizim de LGBT bireylerin yaşlılıklarında yaşadıkları ekstra sıkıntılar, zorluklar hakkında bir araştırma yapmaya başlama ve bunları çözmek için şimdiden gerekli adımları atma zamanımız gelmiştir.

March 10, 2008

AŞK

Aşk, kısa süreli bir şuur kaybına neden olan, bir tanımı yapılamayacak kadar soyut ancak etkileri gözle görülecek kadar somut bir delilik halidir. Kiminin sebebi bir çift göz, kiminin aklı baştan alıp giden bir gülümseme, kiminin ise sadece körlüktür… Nedeni her ne olursa olsun, sonucu; yerinden fırlayacakmış gibi çarpan bir kalp, sürekli meşgul bir zihin, kocaman gülümseyen bir surat, ışıl ışıl gözler, yerden kesilmiş ayaklar, bir karış havada akıl, biraz neşe, biraz özlem ve bir parça da korkudur… tabi korku da vardır içinde aşkın, özellikle de ilk kez başa gelmiyorsa. Çünkü hemen hemen herkes bilir aşkın dipsizmiş gibi görülen ama aslında dibi olan bir kuyu olduğunu. Kimi düşmemek için sakınır, türlü oyunlarla hep kenarında durur kuyunun, kimi balıklama atlar içinde ne olduğunu düşünmeden, kimi ölçer biçer bir ip salar aşağıya ve yavaş yavaş inmeyi seçer. Ne yapılırsa yapılsın, içine nasıl girilirse girilsin, en temkinli davranan bile her türlü deliliğe açıktır onun için. Yollar kat edilir, şehirler hatta ülkeler değiştirilir, evler taşınır, yeni hayatlar kurulur, arkadaşlar kaybedilir, yeni dostlar kazanılır, günler geçer, belki aylar, belki yıllar. Sonuna gelindiğinde kuyunun, veda vakti geldiğinde aşka, içinden çıkmasını becerebilenler biraz yaralı, biraz kırgın olmalarına rağmen daha büyümüş, daha olgun, daha emin bulurlar kendilerini yeni hayatlarında, ellerinde delilik günlerinde biriktirdikleri yüzlerinde tebessüm bırakacak anılarla veda ederler aşka. Kuyunun içinden çıkmayı beceremeyenler kıvranıp dururlar duvarlara sürtüne sürtüne, her seferinde biraz daha acıtır canlarını bitiremedikleri bitmiş aşkları. Solgun bir yüz, feri sönmüş gözler ama hala meşgul bir zihinle her aşk biter kanununa küfrederek yaşamını sürdürmeye devam eder. Aşk tek kişiliktir zaten, yalnız girilir içine ve yine yalnız çıkılır zamanı geldiğinde. o yüzden aşk bitmiş gibi görünse de bitmez aslında beden nefes aldıkça.

February 10, 2008

"pembe gri" oyunlar


-->
40 dakikalık bir oyun ‘Pembe Gri’; ama o 40 dakikaya neler sığdırmıyor ki! Travestilerin ve transeksüellerin uğradığı ayrımcılıktan toplumdan dışlanmaya, aile baskısından tutun da uğradıkları fiziksel şiddete ve hatta ölüme kadar... Zorunlu seks işçiliği yapmak zorunda olan ikisi travesti üç kadın, kardeşinin travesti olmasını içine sindiremeyen ve onun ölmesi gerektiğini düşünen bir abi, üç perdede içindeki kadını bulan bir eşcinsel, evleri basıp haraç isteyen, şiddet uygulayan ve öldüren, namus bekçileri sıfatının arkasına saklanmış şehir eşkıyaları… ‘Pembe Gri’, dışarıdan bakıldığında pembe görünen hayatların içinde barındırdığı griyi izleyicisinin önüne seriyor. Bilenlerin kendilerinden bir şeyler bulduğu, bilmeyenlerin silkelenip kendilerine geldiği, ışıl ışıl görülen hayatların aslında birer yaşam mücadelesi olduğunu anlatan; bunu anlatırken de kimi zaman yüzlerde tebessüm, kimi zaman gözlerde yaş bırakan, bazen salonu kahkahalarla doldururken, bazen de sessizliğe büründüren hayatımızın içinden bir oyun. Medyada büyük ilgi gören, her oyunda salonları dolduran ve kendimin de bir üyesi olduğum ‘Pembe Gri’ ekibine uzattık mikrofonumuzu…

“kendi doğrularımızı sorgulamayı amaçlıyoruz”
zeynep özcan
yönetmen
‘Pembe Gri’, ikisi transeksüel üç seks işçisi kadının hayatından yola çıkarak ayrımcılığı, transfobiyi, önyargıları, şiddeti, nefret cinayetlerini, aileyi, çevreyi ve hatta kendi doğrularımızı sorgulamayı amaçlıyor. Sonunda ise ağabeyi peşinde olduğu için Selay, kanser hastası olduğu için de Melis ölümü beklerken Destina’nın ölmesi, zorunlu seks işçiliğine mahkûm edilenlerin, transeksüellerin, eşcinsellerin tüm “öteki”lerin ölüme en uzak durdukları noktadan bir süre sonra en yakınına geçebileceklerini göstermeye ve bununla mücadele etmek gerektiğini vurgulamaya çalışıyor. ‘Pembe Gri’ Mayıs ayında ‘3. Homofobi Karşıtı Buluşma’da sahnelere veda edecek. O veda etmeden biz ‘Eşcinsel Onur Haftası’na hazırlayacağımız yeni oyunumuzun provalarına başlamış olacağız. Durmak yok yani!

“bu oyunla, ‘biz de varız ve bunları yaşıyoruz’ diyoruz”
derya tunç
oyuncu
“Asıl bana dayattığınız gibi yaşasaydım ölecektim. Kadınım ben. Hep kadındım! Hep bildiniz! Sustunuz! Görmezden geldiniz. Utandığınız yok saydığınız ibnenizim değil mi? Bak hayattayım. Siz beni yok etmeyi başaramadınız!”
Ben zaten en başından beri Pembe Hayat LGBTT Derneği’nin içerisindeyim. Eryaman olayları sonrasında başlattığımız oturma eylemlerin ardından daha farklı, daha etkili bir şeyler yapma fikrinden çıktı tiyatro grubu. Tabi benim polis tarafından uğradığım şiddet de bunda etkili oldu. Buse’yle paylaştım bu fikri ve ne yapabiliriz diye düşünmeye başladık. Bunun üzerine bir geyin ailesi tarafından maruz bırakıldığı şiddeti konu alan 15 dakikalık bir skeç yazdım. Ankara’da Kaos GL Derneği’nin düzenlediği ‘Homofobi Karşıtı Buluşma’da sergiledik oyunumuzu, oldukça beğenildi. Ben, Hayat ve Toprak, birlikte oynamıştık o oyunda. Toprak’ın tanıdığı ve bize yardım eden iki arkadaş vardı; Zeynep ve Melis. O skeç sonrasında bu topluluğun oynayacağı bir oyun yazalım ve sahneye koyalım dedik. ‘Pembe Gri’ oyununu yazdı Zeynep ve geçen yıl, haziran başında provalara başladık ve oyunu ilk kez İstanbul’da Lambdaistanbul’un düzenlediği ‘Onur Haftası’ etkinlikleri sırasında sahneye koyduk. Oldukça beğenildi, ayakta alkışlandı. Benim daha önce tiyatro deneyimim yoktu, o yüzden sahneye ilk çıktığımda çok heyecanlıydım ama sonra heyecanımı yenip oyuna odaklandım. Oyun sırasında ağlayanları görünce çok duygulandım. Yaşadığımız sorunları böyle bir oyunla insanlara aktarabiliyor olmak beni çok mutlu etti. Çünkü biz bu oyunla, “biz de varız ve bunları yaşıyoruz” diyoruz.
Oyunda seks işçiliği yapmak zorunda olan bir travestiyi oynuyorum; vurdumduymaz görünen, gelecekten pek umutlu olmayan, yaşadığımız hayatı kaderimiz sayan ve değiştirme gücümüzün olmadığına inanan birini... Abisiyle yüzleşmesi, yıllarca haykıramadıklarını dile getirmesi ve en önemlisi en yakın arkadaşının öldürülmesiyle yaşadıkları hayatı değiştirmeleri gerektiğini anlayan birisi. Benim gibi hayatlar süren arkadaşlara verebileceğimiz en önemli mesaj bu aslında: Birlikte olursak, bir şeyler yapmaya gönüllü ve istekli olursak yaşantılarımızı değiştirebiliriz. Bu hayat kaderimiz değil!

“transeksüellerin tiyatro oyuncusu da olabileceğini gösterdik”
Sera Can
oyuncu
“hiç birimiz isteyerek seks işçiliği yapmıyoruz. Ama aç kalmamak için, ölmemek için buna mecburuz. Yapabileceğimiz başka iş olsa ne diye fahişelik yapalım ki? Her gün karakollara düşmek, gasp edilmek, şiddet görmek, aşağılanmak, dışlanmak, en iyi ihtimalle hor görülmek çok mu hoşumuza gidiyor sanıyorsun?”
Benim daha önceden tiyatro deneyimim vardı. Lise yıllarında amatör bir toplulukla çalıştım. Bekir Yıldız'ın Sahipsizler oyununda dört rolüm vardı, bu oyun ile dokuz ili kapsayan bir turneye çıktım. Daha sonra Yunus Emre adlı oyunda yer aldım.
Yıllar sonra Pembe Hayat Tiyatro Topluluğu ile tiyatroya yeniden başladım. Pembe Gri’yi ilk okuduğumda ağladığımı hatırlıyorum. Arkadaşlarım da bende çok fazla fedakârlık yaparak bu oyunu sahneye koyduk. Uykusuz kaldığımız, sağlığımızın bozulduğu, keyifsiz olduğumuz, birbirimizle didiştiğimiz günler de oldu ama provalara devam ettik. Sonuçta hepimiz aynı şeyi istiyorduk; kendi sorunlarımızı anlatan bir oyunda rol almak ve önyargılarla mücadele etmek! Bu anlamda başarılı bir ilk adım attığımızı düşünüyorum.
Benim rolüm, başına gelen her şeyi olduğu gibi kabullenip oturmayı seçmeyen, sürekli arkadaşlarını örgütlemeye çalışan, onlara yaşadıklarının kaderleri olmadığını, şiddetle, nefret cinayetleriyle, transfobiyle ve her türlü önyargı ile mücadele etmeleri gerektiğini anlatmaya çalışan bir kadın, Destina! Bu rolü kendime çok yakın hissediyorum çünkü benim de oldukça mücadeleci bir ruhum vardır. Beni ay pardon bizi izlemeye devam edin şeker kutularım :)

melis özcan
oyuncu
“bizi kim insan yerine koyuyor ki. Şikayet etsek, birlik olsak ne olacak.”
Tanıştığımız günden beri dernekteki arkadaşlarımla çok şey paylaştık. Sırf cinsel yöneliminden dolayı insanların dışlandıklarına, hor görülüp aşağılandığına, hatta kaçırıldığına, dövüldüğüne, gasp edildiğine tanık olduk. Yapılan haksızlıklara karşı her zaman alanlarda birlikteydik. Ama daha farklı bir şekilde sesimizi duyurmak niyetindeydik.
Ablam, travesti yaşamını her yönüyle anlatan bir oyun yazdı. Oyunu beş arkadaş sergiliyoruz İstanbul'da ve Ankara'da. Bu oyunla en basit işin bile verilmediği transeksüellerin tiyatro oyuncusu da olabileceğini insanlara gösterdiğimize inanıyorum.
Benim rolüm kanserli bir zorunlu seks işçisi kadın. Melis adlı karakter, ailesi tarafından dayakçı kocasına teslim edilen, sonunda seks işçisi olmak zorunda kalan biri. En yakınları, evlerine sık sık gittiği iki transeksüel arkadaşı. Gece sokaklarda kadın olmanın yarattığı zorluklar, onları birbirine sıkıca bağlamış, kader yoldaşı yapmış.
Biz Pembe Hayat Tiyatro Topluluğu olarak 'Pembe-Gri' ile ve yeni oyunlarımızla her zaman sesimizi sahnelerde de duyurmaya devam edeceğiz. Her türlü ayrımcılığa, ırkçılığa, milliyetçiliğe karşı; insan onurunu koruyan ve savunan herkesi yanımızda görmekten mutlu olacağız.

“daha çok heteroseksüelin izlemesi gerekiyor”
ismail alacaoğlu
oyuncu
“O benim kardeşim falan değil ve hiçbir şeyi hak etmiyor. Ailemizin namusunu iki paralık etti. Dönme oldu, onunla bununla yatıyor para için!”
Benim bu oyunda yer almam biraz tesadüf biraz da zaruri. Oyunun Ankara’da sahnelenmesine kısa bir süre kala, oyunda benim oynadığım rolü oynayan Toprak’ın bir toplantıya katılmak üzere Almanya’ya gitmesi gerektiğinden eksilen kadroyu tamamlamak için birileri aranırken çarptım Zeynep’in gözüne. Zeynep’in ve diğer arkadaşların ısrarı ve biraz da gazıyla ‘tamam’ dedim yapılan bu teklife. Provalar sırasında birkaç kez “yok ben yapamıyorum”, “yerime başkasını bul”, “ben okul müsameresine bile çıkmadım” gibi serzenişlerime, isyanlarıma aldırmadı Zeynep ve beni çalıştırdı, sonra da sahneye salıverdi. Benim için oldukça heyecanlı bir durumdu bu; hatta oyundaki şarkıyı söylerken dizlerimin zangır zangır titrediğini biliyorum. Ama oyun bitip de o alkışları duyunca, insanların duygulandıklarını, mutlu olduklarını görünce çok gurur duydum bu topluluğun bir parçası olduğum için. Tiyatro çok güzel ve etkili bir araç aslında yaşadığımız sorunları dile getirebilmek için. Her oyunda dolan salonla da basılı medyada ve internette çıkan olumlu haberlerle de bu etkiyi gördük zaten.
Oyunda Selay’ın onu öldürmek için gelmiş, yaşamaması için çok geçerli nedenleri olduğunu düşünen, çünkü Selay’ın travestiliğinin ailesinin onuruna leke sürdüğünü, ailesinin namusunu iki paralık ettiğini düşünen, ama bir yandan da kardeşine duyduğu sevgisi hissettikleriyle, daha doğrusu hissetmesi öğretilenlerle çelişen bir abi. Oyun başlarında kardeşiyle nefret dolu karşılaşmasından oyun sonunda kardeşine ilk kez ‘Selay’ ismiyle hitap etmesine kadar geçen süreçte kendisiyle, transfobisiyle, toplumun değer yargılarıyla yüzleşiyor.
Oyunda canlandırdığım karakter aslında hiç yabancı olmadığımız, her gün otobüste, yolda, iş yerlerimizde, alışveriş merkezinde karşılaştığımız insanlar. İşte bu yüzden oyunumuzu mümkün olduğunca daha çok heteroseksüelin izlemesi gerekiyor ki derdimizi anlatalım, gördüklerinin aslında onların gördüklerinden nasıl farklı olduğunu gösterelim.

“tiyatro başka kapıları da açabilecek güçlü bir kapı”
barış sulu
oyuncu
“Aaaa bu bana geçen gün ateş veren abla değil mi? Niye ağlıyorsun?”
‘Pembe Gri’yi ‘Eşcinsel Onur Haftası’ etkinliklerinde ilk kez sahnelendiğinde izlemiştim. Aklımın ucundan ‘bu oyunda ben de yer alabilirim’ diye bir düşünce kesinlikle geçmemişti. Zeynep’in “Sana da rol yazayım oynar mısın?” diye teklifte bulunmasını “Neden olmasın?” diye yanıtladım. Sonradan öğreniyorum ki, Zeynep bunu teklif ederken rolü yazmış bile. Sonra provalara katıldım ve Ekim ayında oyunun Ankara galasında yer aldım. Önce alkışlarken sonra alkışlanan olmak kesinlikle inanılmaz bir duygu. Çok güzel tepkiler almamız, genelde tiyatro salonlarının Türkiye’de boş olmasına rağmen bizim izleyici kitlemizin her seferinde bizi yalnız bırakmayıp salonu doldurması beni doğru yolda, emin adımlarla ilerlediğimiz konusunda ikna ediyor. Oyunu daha çok heteroseksüel bireyin izlemesini istiyorum; biz yıllarca kendi sorunlarımızı kendi kendimize tartıştık ama “sorun yaratanlar”la karşı karşıya gelip tartışma fırsatımız çok olmadı. Birçok insana sorunlarımızı anlatabildiğimiz bir kapı olduğunu düşünüyorum tiyatronun. Başka kapıları da açabilecek güçlü bir kapı.

January 13, 2008

Dilimin ucunda kelimeler


Bardaktan boşanırcasına bir yağmur vardı o gece. Çıkardığı sese bakılırsa belli ki rüzgarla birlikte yağıyordu. Daha iyi duyabilmek için zaten seyretmediği televizyonu kapattı. Evin sessizliğini bozan tek şey cama vuran yağmur damlalarıydı. Mutfağa gidip su ısıtıcısına bir fincanlık su koydu, dolaptan bir çay çıkardı ve kaynayan suyu fincana doldurdu. Evet, işte keyif saati başlıyordu. Pencerenin önündeki kalorifer peteğinin önüne koyduğu mindere kurulmadan önce son eksiğini tamamlamak üzere CD dolabına doğru yürüdü, çok düşünmeden bir Cd seçti en sevdikleri arasından; Firuze.

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Paylaş