December 19, 2010

Van


Van is a city settled down by the lakeside
...
göl kenarına kurulmuş bir şehir Van

a view towards Van from the Urartian castle
... 
Urartu kalesinden Van'a  bakış 

the remains from old Van
...
Eski Van'dan kalıntılar

Van lake at sunset
...
günbatımında Van gölü

November 20, 2010

Sarı Tebessüm

Neredeyse kaçıracaktım bu sonbaharı. Son anda kafama dank etti de kaldırıp bilgisayardan başımı attım kendimi dışarı. İyi ki de atmışım. Şunun şurasında evden en fazla bir bilemedin bir buçuk kilometre öteye gitmişimdir ama bırakın evi Ankara'dan çok uzakta hissettim kendimi. Ankara'nın göbeğindeki Seğmenler Parkı'na gittim oysa. Hemen yukarıdaki yoldan vızır vızır arabalar geçiyordu ama duymadım seslerini. Kimbilir belki o kadar ses yoktu ya da sonbaharın sessizliği örtmüştü onların sesini. Bayramdan olsa gerek kimseler de yoktu etrafta, elimde sevgili fotoğraf makinamla kaptırdık kendimizi renklerin güzelliğine. Şimdi uzun uzun o sarının kahverenginin binbir tonunu, o binbir tonun masalsı güzelliğini anlatmayacağım ama kendimizi kaptırmış vaziyette, güzel bir kadraj yakalamak uğruna yerlerdeki yaprakların üzerinde şekilden şekile girmek, uzanmak, oturmak inanılmaz keyif verdi bana. Babasıyla yakınımdan geçen küçük kızın meraklı bakışlarından ziyade babasının "ne yapıyor bu deli" diyen bakışları gülümsetti beni daha çok. Küçük kız bir an durup izlerken beni babası çekip uzaklaştırdı hemen kızını "deli"nin yanından. Herhalde bundan sonra o küçük kız için de yerde fotoğraf çekmeye çalışan sakallı bir adam yanından hızla uzaklaşılacaklar kategorisine girmiştir.

Neyse sonbahar'a dönelim biz. Sonbaharı çok severim ben. Güz de diyor bazıları ona ama ben çok hüzünlü bulduğum için o kelimeyi sonbahar demeyi tercih ediyorum -sanki sonbahar daha az hüzün içeriyormuş gibi- ve öyle sesleniyorum kendisine zaman zaman yazdığım yazılarda ve şiirlerde. Sonbahara dair hüzünsüz an(ı)larım da var benim, o yüzden hüzne hapsetmek hep hem ayıp olur kendisine hem de haksızlık.

Sonbahardı ben Ankara taşındığımda, tam 12 sene önceydi. Geldiğimde yeni yeni sararmaya başlamıştı yapraklar, henüz yerlerde değillerdi.Ben şehri tanırken yapraklar düşmeye başladı birer birer. Her girdiğim sokakta bir yaprak düştü önüme. Her bir sokak sonbaharın ayrı bir rengiyle sindi içime. Kimbilir belki Ankara'yı ben sonbaharla sevdim, sonbahar sayesinde deyim yerindeyse. Şimdi hatırlayamıyorum önceden de bu kadar sever miydim sonbaharı. Sevmezdim sanırım, daha doğrusu özel bir anlamı yoktu bu mevsimin çünkü bizim oralarda sonbahar olmazdı çok. Yazdan kışa geçilirdi, kış denirse adına. Bir de çam ve zeytin ağaçlarının yoğunluğundan olsa gerek, yeşil hiç bırakmazdı yerini sarıya. O yüzden benim sonbahar aşkım Ankara'da başladı.

O gün çocuklar gibi mutluydum sonbaharı fotoğraflarken. Ağaçların altında oturdum, yapraklara dokundum. Kahverengiyle sarının birbirine ne çok yakıştığını düşündüm. Ankara'dan uzaktaymışım gibi hissettiğim için Ankara'yı da düşündüm. Ankara'da sonbaharı düşündüm. Ankara'da sonbaharı özleyeceğimi düşündüm. Olsun dedim kendi kendime Ankara'ya gelmek için bir bahanem olur dedim, gülümsedim. Çünkü gideceğim şehirde sonbahar yok dediler. Ben de sonbahar aşkımı gidermek için Ankara'ya geleceğim ve sarı tonunda tebessüm edeceğim.


November 1, 2010

Oğluş İzmir'e taşındı!

Bugün zahmetli ve yorucu bir yolculuktan sonra İzmir'e vardık Oğluşla. Yolculuk boyunca ikimizde rahat etsin diye evden çıkmadan önce ilaç verdim ama dozu kaçırmaktan korktuğum için gereğinden az verdim sanırım ki cin gibiydi yol boyunca. Yine de sağolsun oldukça sessizdi kafesinde kaldığı yaklaşık 4 saat boyunca.

Uçağa da bindi benim oğluşum bu arada, bilet bile kestiler ona :)  Sonunda sağ salim Bahadır'ın eve geldik. Yani oğluş benden önce İzmir'e taşınmış oldu.
Şimdi evde bir sürü hemcinsiyle karşılaşmanın vermiş olduğu travmayı yaşıyor. Oldukça stresli. Daha önce hiç böyle görmemiştim, bu kadar asabi, bu kadar gergin. Bana bile tıslıyor! Sakinleştirmek için başını okşayayım dedim beni de pençeledi! meğer kavga etmeyi de bilirmiş Oğluş...

Şimdi o İzmir'li, darısı pek yakında benim başıma :)

October 10, 2010

A night in Chicago










a very cold night in Chicago
 my hands are freezing
but it's not possible not to stop to take a photo
...
Chicago'da çok soğuk bir gece
ellerim donuyor
ama bir fotoğraf çekmek için durmamak imkansız













the building on the left is the first skyscraper of Chicago
built in 1921 
... 
Soldaki bina Chicago'nun ilk gökdeleni
1921 yılında inşa edilmiş  



  magnificent, isn't it?
...
muhteşem değil mi?




August 31, 2010

Beypazarı ve Eğriova Yaylası'nın taşlı yolları

Hafta sonu Ankara'dasınız, canınız sıkıldı ve yapacak bir şeyler arıyorsunuz. Bir anda aklınıza çok zamandır duyduğunuz ve herkesin akın akın gittiği Beypazarı geldi. Oldukça güzel bir fikir! 
Beypazarı, Ankara'ya 100 km uzaklıktaki şirin bir ilçe. Beypazarı taa Hititler zamanından beri bir yerleşim yeri olmuş, ipek yolu üzerinde bulunduğu için de İpek Yolu'nun yoğun olduğu zamanlarda bir ticaret merkezi olmuş. Ancak onu bugün popüler yapan ne eski bir yerleşim yeri olması ne de eski bir ticaret merkezi olması. Bugün insanlar Osmanlı dönemi'nde yapılan o birbirinden güzel evleri, konakları ve sokakları görmek için gidiyor. Beypazarı'ının ara sokaklarında kendinizi bir anda o dönemde buluveriyorsunuz. Arnavut kaldırımlı dar sokakların her iki yanında sıralanmış evlerin, konakların arasından geçerken elinizden makinenizi bir an bile bırakmanızın imkanı yok. Bugüne kadar 500 dolayında bina restore edilmiş, buna rağmen halen restore edilmeyi bekleyen neredeyse yıkılmak üzere olan evler var. Keşke Ayvalık'ta da böyle bir teşvik başlasa da o güzelim Rum evleri birer birer yıkılmadan, yakılmadan, eski güzel günlerine kavuşsalar diye geçiriyorum içimden. Neyse konumuz Beypazarı, geri dönelim. Beypazarı sokaklarında gezerken her köşe başında tarhanadan erişteye, kurutulmuş domatesten havuç suyuna kadar çeşitli ev yapımı yiyecekler ve topladıkları bin bir çeşit otlar satan tezgahlarla karşılaşacaksınız. Bunların bir çoğunda kadınlar satış yapıyor. Biz de yerel ekonomiye katkı olsun diye alıyoruz bir kaç şey o güler yüzlü kadınlardan.

August 20, 2010

Çıkıştan önceki son durak - Halep

Otobüsten iner inmez bir taksi şoförü koştu peşimizden bizi şehir merkezine götürmek üzere. Burada da  Otogar şehir dışındaydı. Bizi 250 suri’ye götürebileceğini söylediğinde ben otomatik olarak itiraz ettim. Olmaz dedim çok bu, sanki mesafeyi biliyormuşum gibi. 150 suri teklif ettim, kabul etmedi önce ama sonra razı oldu. İngilizce bilmesi de iyi bir şeydi. Bu arada resmi taksi olmadığını da arabasını alıp gelince fark ettik. Daha önceden öğrendiğimiz üzere otellerin yoğun olduğu bölgeye götürmesini söyledik bizi. Ne kadarlık bir otel aradığımızı sorduktan sonra hemen bir kaç otel broşürü çıkardı ve bir tanesinin temiz, güzel ve de uygun fiyatlı olduğunu, istersek bizi oraya götürebileceğini söyledi. Biz yine sazan gibi atladık onca tecrübemize rağmen ama bu sefer birbirimize söz veriyorduk bakıp çıkacağız, başka otellere de bakacağız diye.

10-15 dakikalık bir yolculuktan sonra otelin önüne vardık. Burada da trafik çok kalabalıktı. Şu ana kadar gördüğümüz diğer Suriye şehirleri gibi trafik lambası görmek çölde su bulmak gibi bir şeydi burada da. Eski bir oteldi burası (Kasr Alandaloss) ve dışarıdan hiç bir şeye benzemiyordu. Burada kalmayız diye girdik içeri ama merdivenlerden çıkıp resepsiyona ulaşınca gayet renkli ve şirin bir mekan karşıladı bizi. Otelin resepsiyonisti Türkçe konuşmaya başladı çat pat. O sırada otelin sahibi olan altmışlı yaşlarında birisi geldi ve gayet düzgün bir Türkçeyle konuşmaya başladı. İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu bir elektrik mühendisiymiş, şimdi ise emekli. Oldukça sıcak ve samimîydiler, bize odaları gösterdiler. Çok küçük ama şirindi odalar ve gecelik kişi başı 500 Suri idi. (16,5 TL) Buraya gelene kadar yediğimiz kazıklardan sonra sanki bize para vermeden kalın denmiş gibi geldi ve hem zaman kaybetmemek hem de yorulmamak için tuttuk odaları. Resepsiyonun bulunduğu katta ortada oturma yerleri ve kenarlarda odalar vardı. İkinci kat ise balkon şeklindeydi, odaların kapısından bakınca ağır ağır dönen pervanelerin serinletmeye çalıştığı alt kat görünüyordu. 

July 22, 2010

Şam’dan Halep’e yolculuk - Hama’ya selam

Sabah yine erken sayılabilecek saatte uyandık. Bugün Hama’ya doğru yola çıkacaktık oradan da Halep’e. Hem taksi değildi bu sefer yolculuk yapacağımız araç. Otobüse binecektik ve bunun için otogara gitmemiz gerekiyordu. Bir gün önce otogara gitmek için taksi şöförüne ne diyeceğimizi de öğrenmiştik. Harasta! evin anahtarını televizyonun yanına bıraktıktan sonra çıktık ve taksiye binmek üzere köşeye yürüdük. Sırtımızda çantalarla beklemeye başladık taksi amabütün taksiler dolu geliyordu. biraz sonra önümüzde duran boş ama çok küçük taksiye binip binmemekte kararsız kaldık ama başka da çaremiz yoktu. Komik bir şekilde yerleştik taksiye ve Harasta dedik. Temam dedi taksici ve 15 dakika sonra bizi sanayi sitesine getirdi! Bildiğiniz araba tamircilerinin olduğu bir sanayi sitesiydi burası. Güler misin ağlar mısın? sırtlarında çanta olan ve turist oldukları her hallerinden belli bu dört kişinin sanayi sitesinde ne yapacaktı ki? başladık debelenmeye nereye gideceğimizi anlatmak için, bus, büs, otobüs, bus station, terminal, Halep gibi kelimeler sıralarken bir yandan da ellerimiz ve kollarımızla yaptığımız hareketlerle anlatmaya çalışıyorduk çantalarımızı da göstererek. O sırada o kelimelerin arasında bir de Serap “garaj” ekledi ve taksi şöförü “garaaaaj” diyerek yanıt verdi, anlamıştı bizi nihayet. bir 5 dakika sonra garaja varmıştık. bu arada garaj yerine pulman dediğinizde de sizi otogara götürürler. Bunu geç öğrendik biraz. Şam’ın garajı Türkiye’de ki ilçe garajlarına benziyor. (hadi hakkını yemeyeyim ilçe garajlarının, onlardan daha kötü) 

July 20, 2010

Bundan iyisi Şam'da kayısı


Nadir bizi yeni taksi şöförümüze teslim etti. Zaten Lazkiye’den bu yana yerine ulaştırılmaya çalışılan bir paket gibi el değiştirip duruyorduk. Herkes bizi birilerine teslim ediyordu biz de alık turistler gibi ağızlarına bakıyorduk adamların. Yine saat 5’te Beyrut’tan ayrılıp dağ yoluna tırmanmaya başladık. Tırmandıkça yeşillendi ortalık, mis gibi dağ havası... Önce villa tarzı evleri geçtik sonra küçük kasabalardan geçtik. Beyrut’tan uzaklaştıkça kasabaların, köylerin standardı düştü. Suriye sınırına yaklaştıkça Suriye’ye benzemeye başladı her şey. Bir süre sonra yeşil alanda bitti, sarı toprak, sarı tepeler, sarı binalalara dönüştü her şey. Her şey sarardıkça bizim yüzümüz gülüyordu. Görmek istediğimiz buydu. Oysa kendi ülkemizde de doğuya gitsek farkı yoktu Orta Doğu’dan ama ne de olsa Avrupa’lıydı Türkiye! o yüzden sayılmazdı ne kadar benzese de...


July 16, 2010

Neye niyet neye kısmet - Doğu’nun Paris’i Beyrut!

Gayet neşeli ve heyecanlı Beyrut yolculuğumuz Suriye - Lübnan sınır kapısına varınca can sıkıcı bir hale dönüştü. Çünkü inanılmaz bir araç ve insan kalabalığı hiç de düzenli olmayan bir şekilde tabiri caizse üst üste sınırı geçmeye çalışıyordu. Üstüne üstlük şöförümüzün sınırdaki Suriye polisiyle anlayamadığımız bir nedenden dolayı kavga etmesi işimizi yavaşlatmıştı. Güçlükle Suriye sınır kapısından çıkıp Lübnan’a giriş kapısına geldiğimizde durum daha da vahimleşti. Pasaport onaylatma sırası sıra değil bir et yığınıydı. O sıcakta, yapış yapış olmuş ve buram buram ter kokan insanların arasında beklemek zorundaydık ki şöförümüz Bilal yetişti imdadımıza ve pasaportlarımızı alıp ilgilenmeye başladı. Bize de deniz kıyısında olan bu sınır kapısında gün batımını fotoğraflamak kaldı. Bir de kara kara düşünüyorduk, giriş kapısı böyleyse bu ülkenin şehirleri nasıldır kim bilir diye. (Çok geçmeden yanıldığımızı anlayacaktık.) Böylece sınırda 3 saatten fazla kaybettik. Hava kararmaya başladığında ancak giriş yapabilmiştik Lübnan’a. Sınırı geçtikten birkaç kilometre ötede yine bir bakkalda durduk. Falafel ile karnımızı doyurduk ve bir karton sigara aldık Bahadır’a. Bir karton Winston’u 12 dolara… Orada bir kısım doları da Lübnan parasına çevirdik. Böylece cebimdeki dolar, Suri, ve TL’ye bir de Lübnan Lirası eklendi. Bu arada Lazkiye’de ortak bir kasa yapmaya ve her türlü kişisel olmayan harcamaları bu ortak kasadan yapmaya karar vermiştik.  O yüzden her türlü para birimi vardı cebimde harcanmak üzere bekleyen ve bir günde Beyrut’ta su gibi akmayı…

July 14, 2010

Antakya’dan çıktık yola Lazkiye’de verdik mola

Ne zamandır aklımdaydı Suriye’yi ve Lübnan’ı görmek ama Avrupa sevdasından bir türlü fırsat gelmemişti oralara gitmeye. Yine bir Avrupa ülkesi olan Hırvatistan’a gitmek üzere yaptığımız plan, turun iptal olması ile suya düştü ve biz de başladık düşünmeye başka nerelere gidebiliriz vize derdine düşmeden diye. Birkaç ay önce bize vize uygulamasını kaldıran Suriye ve Lübnan geldi aklımıza. Tarihi belirsiz bir gezi böylece gitmemize neredeyse bir hafta kala net bir tarihe kavuşmuş oldu. Serap ile yaptığımız uzun telefon konuşmaları ve internet araştırmaları sonucu güzergah belirledik kendimize ama yola çıkmaya iki gün kala bir de alternatif güzergah belirledik. Ya Cilvegözü sınır kapısından girecektik Suriye’ye ve gezimiz Halep’de başlayacaktı ya da Yayladağ sınır kapısından girip Lazkiye’den. Bunun kararını da Antakya’da buluşacağımız güne bıraktık. Bir de halen kendi arabamızla mı yoksa toplu taşıma aracıyla gideceğimize de karar vermemiştik. Yaptığımız araştırma araçla geçebilmek için triptik denilen bir belge ve uluslar arası sürücü belgesi yerine geçen bir belge almak zorunda olduğumuzdu ve bunun da maliyetli olacağını gösteriyordu.

2 Temmuz Cuma akşamı Adana’ya doğru yola çıktım. Saat 3 civarı mola verdiğimde Bahadır Adana’ya uçmak üzere havaalanına gitmek üzere evden çıkmış, Serap da yaklaşık 7 saat sürecek yolculuğuna başlamıştı Tokat’tan. Hepimiz gecenin üçünde farklı yollardan hedefe doğru ilerleyen kırmızı noktalar gibiydik harita üzerinde. Cumartesi günü saat 2 civarı Hatay’daydık 4 kişi. Yolda arabayla gitmemeye karar vermiştik. O yüzden Hatay’da arabayı kapalı bir otoparka bırakıp, çantalarımızı sırtlandık ve yaklaşık 300 metre kadar ilerde olan garaja doğru yürümeye başladık. Amacımız bir taksi bulup sormaktı bizi kaça götüreceğini makul bir rakamsa taksiye binilecek, değilse otobüs bakılacaktı. Bu arada Suriye’ye girişimizi de Yayladağ kapısından yapmaya karar vermiştik. Hemen yolumuzun üzerindeki döviz bürosundan da suri aldık yanımızda bulunsun diye. (33 TL ile 1.000 suri alınıyor) Otogara geldiğimizde beyaz taksiler Lazkiye Halep diye seslenerek bizi çağırmaya başladılar. Bir taksinin yanından adının Ahmed olduğunu öğreneceğimiz ve Türkçe bilen bir Suriyeli yanımıza geldi ve Lazkiye’ye bizi 2.500 Suri’ye (82,50 TL) götürebileceğini söyledi. Biz de bir an önce yola çıkmak istediğimiz için hiç pazarlığa girişmeden kabul ettik. Kişi başı 20 TL’ye bir ülkeden başka bir ülkeye geçecektik daha ne kadar ucuz olabilirdi ki…

June 20, 2010

Sizi gidi dejenereler sizi

"Herkes dejenere olmuş! Herkesin tek derdi seks yapabileceği birini bulmak... Doğru düzgün insan kalmamış bu alemde!"
Dedi telefondaki arkadaşım…

Sağda solda defalarca duyduğumuz bir serzeniş aslında bu. Kime karşı? Neden? Doğru düzgün insan ne demek? Seks aramanın nesi kötü? Chat odalarında ilişki aranır mı? Çok arayan mı bulur çok bekleyen mi?  Vesaire vesaire… Cevabı olmayan sorular ya da cevaplarını bildiğini sanan insanlar… İkisi de gereksiz!

Dejenere ne ola ki? Genel ahlak kadar muğlak… Kime göre dejenere neye göre dejenere diyesi geliyor insanın. (biliyorum çok klişe ama diyene değil dedirtene bakmak lazım)
Şimdi efendim öncelikle öyle gey camia diye bir şey yok! Heteroseksüellerin düştüğü handikapa düşüp de tüm geylere fabrikadan çıkmış muamelesi yapmayalım. Malumunuz her eşcinsel farklı birer insan olduğu gibi öyle geylere özgü karakteristik özellikler de yok. - çok şeker şey ve eğlenceli olma da dahil-

“Ay ben geyleri çok severim çok eğlenceli insanlar onlaaaar…”

Hadi oradan sen de! Git kendine bir tane dans eden maymun oyuncağı al onu sev sen şeker şey insanı!

Neyse konumuza geri dönelim. Ne diyordum. Hah öyle geylere özgü karakteristik özellikler yok o yüzden geyler şöyle geyler böyle diye atıp tutmanın alemi de yok. Dolayısıyla bozulmuş bir gey camia da yok. Bunlar heteroseksüellerin eşcinselliği yermek/bayağılaştırmak için kullandıkları ağızlar. Tamam hayatımızın çoğunda heteroseksüel rolü yapmak zorundayız ama role de kendimizi fazla kaptırmayalım değil mi ama… Sonuçta her ne kadar farklı olsak da birbirimizden aynı familyadanız. Gey geyin kolisine muhtaçtır ve muhtaç olduğumuz kudret fantezilerimizde mevcuttur dememiş mi atalarımız?

Gelelim dejenere mevzuuna… Dejenere olmak sözlük tanımı itibari ile soysuzlaşmak, yozlaşmak, soyunun özelliklerini kaybetmek. Konumuz geylerin dejenere olması olduğu için burada sözü edilen soyunun özelliklerini kaybetme ne ola ki diye düşünenler olabilir. Ben de düşünüyorum zaman zaman. Sanırım eşcinselliğinin aslında yatak odasını ilgilendirmeyen ve dört duvar arasına sıkışmayacak kadar geniş bir kavram olduğunu düşünenlerin bunu düşünmeyenlere göre düştüğü durum olsa gerek. Bu kavramın içine kendiyle barışmadan tutun da açılmaya kadar ve açıldıktan sonra saçılmaya kadar yayılan geniş bir zaman dilimi girer. İşte olanlar ve olmayanları ayıran incecik çizgi bu. Geyler de ikiye ayrılıyor bu durumda dejenere olan ve olmayanlar olmak üzere.

Peki dejenere olmamış bir geyi nasıl tanırız?

June 10, 2010

Bülent Özveren'in "kayısı çekirdeği" alerjisi


Bilirsiniz Bülent Özveren her sene bir şeyler yumurtlar Örovizyon şarkı yarışmasında. Ülkeler hakkında atar tutar, şarkıcıların giyimlerine, hareketlerine laf söyler, komşuların neden birbirine oy verdiklerinden yakınır, komşuların bize oy vermemesine anlam veremez ve de özellikle Ermenistan, Yunanistan, Kıbrıs ve İsrail üzerine aklı sıra iğneleyici yorumlar yapar bilirkişi edasıyla. Bu sene de ilk eleme gecesinde yine o özgün(!) yorumlarını yapmaya başladı. O sırada telefonla konuştuğum sevgilime “biri bir grup kursa facebook’ta şu adam örovizyon sunmasın diye” dedim ve gülüştük. Telefonu kapatınca da kalkıp “Bülent Özveren Eurovision sunmayı bıraksın” grubunu açtım.İkinci eleme gecesi Ermenistan'ın “kayısı çekirdeği” adlı şarkısının ardından "Ermenistan şarkısında ana vatanına duyduğu özlemi anlatıyor, hangi ana vatansa artık..." yorumunu yapınca o grubu açmakta ne kadar isabetli bir karar verdiğimi anladım.


May 23, 2010

Hoşgeldin Oğluş

bugün Oğluş'umla geçirdiğimiz ilk gündü. dün akşam geldi yeni evine. henüz 55 günlük. Doğum tarihi 28 Mart. Dün oldukça sakin görünüyordu onu aldığım pet shop'ta diğer arkadaşlarıyla beraberken. veterinere gitmek üzere kutusuna koyduğumda ağlamaya başladı, eve gelene kadar sürdü bu. eve gelip de kutusundan çıkarınca hemen koşup ilk bulduğu yere saklandı. biraz ürkek benim oğluş'um, sese karşı çok hassas. Benden de kaçıyor zaman zaman. bügün evin farklı bölümlerine de gitmeye başladı, evi tanımaya çalışıyor. küçük odayı ona verdim, yatağı da yemeği, suyu da orada. tuvaletini de nereye yapması gerektiğini öğrendi şimdiden. zeki benim oğluş'um. Oğluş'um diyorum ona bir isim bulana kadar ama bir yandan da Oğluş'um demek hoşuma gidiyor, büyük ihtimal adı bu olacak.
Şimdiden belli oldu ortadan kaybolduğunda nereye bakacağım. ya koltuğun altında ya da arkasındadır ya da kitaplığın arkasında.  bugün uzun uzun oyun oynadık birlikte. kendi kendine de oynadı bir süre ama sonra koltuğun arkasına gidip bekliyor ben koltuğa gelene kadar. bir nevi ilgi istediğini anlatıyor gibi geldi bana koltuğun arkasına kaçıp orada bekleyerek.çünkü ben koltuğun üzerine gelince hemen o da çıkıyor koltuğun altından ve yanıma geliyor. benim kolumun ya da göğsümün üzerinde uyumaya bayılıyor. bugün iki kez beraber uyuduk zaten. Dün gece oldukça sessizdi, sabah beni görünce miyavlaaya başladı. dün geceye nazaran daha az miyavladı bugün. sanırım eve alışmaya başlıyor bir de bana.
şu anda kolumun üzerine kafasını koymuş, vücudunun yarısı koltuğun üzerinde, kolunun biri de göğsüme uzanmış şekilde uyuyor. ben de bu yazıyı yazıyorum onu uyandırmamaya çalışarak :)
İyi ki geldin be Oğluş'um... :)

May 9, 2010

Just few Blocks Away - Amerika Günlüğü II

Daha duyduğumuz ilk anda bir çoğumuz çok da sıcak bakmadık aile yanında kalma durumuna açıkçası. Ne gerek var ki diye düşündüm ben de. Ama evinde kalacağım kişileri önceden tanımış olsaydım böyle bir düşünceye kapılmazdım. Anaokulu çıkışı ailelerinin kendilerini almaya gelmesini bekleyen çocuklar gibi valizlerimizle beklemeye başladık. İlk gelen benim ailem oldu. Otelden eve kadar geçen 15 dakikalık sürede kaygımın yersiz olacağını ve güzel bir 12 gün geçireceğimi anladım onlarla. Nitekim öyle de oldu. O 12 günün sonunda Chicago’dan ayrılırken güzel iki de arkadaş bıraktım ardımda.
Benim görmeyi çok istediğim ülkelerden biriydi Amerika. Böyle bir vesile ile üç hafta gibi uzun bir süre kalmak üzere gideceğim aklıma gelmezdi. Tuhaf bir şekilde hiç yabancılık çekmedim. Hollywood filmleri ve Cnbc-e dizileri sağ olsun çok tanıdık geldi her yer! Hatırı sayılır sayıda şehir gördüm, ülke gördüm Avrupa’da. O yüzden bir karşılaştırma yapmakta haddi mi aştığımı düşünmüyorum. 

May 8, 2010

Welcome to America - Amerika Günlüğü I

Uzuuuun bir yolculukla başladı her şey… Ankara’dan İstanbul’a, oradan Frankfurt’a, oradan da Chicago’ya uzanan yol aktarmalar arası uzun bekleyişlerden dolayı 26 saat sürdü. Ankara’da heyecanla başlayan yolculuk İstanbul’da sohbetlerle devam etti ancak Frankfurt havaalanında yorgunluktan bitap düşmüş bir şekilde bulduğumuz yere kıvrılıp bir an önce geçmesini beklediğimiz ama geçmek bilmeyen saatlere bıraktı yerini.Kendimizi United Airlines’ın geniş koltuklarını attığımızda biraz olsun dinlenebildik ama Chicago’ya 45 dakika boyunca inememek ve Michigan gölünün üzerinde daireler çizerek dolaşmak biraz daha yordu bizi. Ve indiğimizde 26 saatlik yolculuğun son bölümü bekliyordu bizi. Havaalanından kalacağımız otele giden 30 dakikalık yol. Kop koyu bir hava ve yağan yağmur eşliğinde ilk 3 günümüzü geçireceğimiz Comfort Suite’e geldik. Çantalarımızı odalara bırakır bırakmaz da ayağımızın tozuyla ilk toplantımıza indik, lokasyonla ilgili küçük bilgiler, ilk yedi gün için geçerli ulaşım kartlarımız , dosyalar, 18 günlük programımız, tanışmalar, merhabalaşmalar, hoşgeldinler ve yorgun yüzümüzden yaydığımız gülümsemelerle geçti toplantı. Öğlen yola çıkmıştık Frankfurt’tan ve Chicago’ya vardığımızda akşamüzeriydi sadece. Toplantı sonrası odaya çıktım eşyaları valizden çıkarmak ve yemekten önce kısa bir süre dinlenmek üzere. Oda dediğime bakmayın küçük bir apartman dairesi. İçinde Mutfağın da  olduğu geniş bir salon, bir yatak odası ve muhteşem bir Chicago manzarası… Binanın 15. Katındaki odamın iki geniş penceresinin birinden Nehir, Köprü, Michigan Avenue ve gökdelenlerden oluşan akşamları daha bir güzel olan şehir manzarası. Sonraki günlerde de oldukça popüler olacak şarap eşliğinde makarna ve pizza partilerine ev sahipliği yapacak ve gayet keyifli bir üç gün geçireceğim bu odayı çok sevdim.

March 23, 2010

Nil ile 312 Arena’da bir gece


Eski Ankapol sineması yeni 312 Arena olmuş, güzel de olmuş olmasına ama bir zamanlar vizyon filmlerini son dönemlerinde de festival filmlerini keyifle izlediğim bir sinemanın daha mazinin sayfalarında yerini almış olması biraz hüzünlendirdi beni. Eskiden Ankapol sinemasının tam karşısındaki küçük tekel bayii benimdi. Hevesle devir aldığım ama daha yılını bile tamamlayamadan deli gibi sıkıldığım o küçücük dükkandan birkaç saatliğine de olsa kaçış noktamdı benim Ankapol sineması. O dönemlerdeki tek sosyal etkinliğimdi zira dükkandan uzun süreli uzaklaşamıyordum.

March 18, 2010

Alice Tim Burton’ın Harikalar Diyarında


























Tim Burton gibi hayal gücü herhangi bir kelime ile ifade edilemeyecek kadar geniş bir yönetmen ile yine alabildiğine fantastik ve hayal gücü sınırlarını zorlayan bir hikaye olan Alice Harikalar Diyarında kitabı bir araya geldiğinde ortaya çıkan bir filmin nasıl olacağını merak etmeyeniniz yoktur herhalde. Ben de uzun zamandır vizyona girmesini bekliyordum bu filmin. Vizyona girdiğinin ikinci haftasında da gidip izleme şansı buldum. Tabi ki bu kadar görsel şölen vaadinde bulunan – bulunmasa bile bu yönde beklenti yaratan- bir film son dönemlerde oldukça popüler olan 3D avantajını kullanmaktan geri kalır mı? Tim Burton da kalmamış ama öyle çok da ahım şahım bir üç boyut olmamış açıkçası. Olmasa da olurmuş, hem burnum sızlamadan izlerken belki daha da fazla keyif alırdım.

March 9, 2010

Orda bir köy var uzakta gitmesek de görmesek de...

Kızılcahamam
Ne zamandır hem Kemal, hem Fatma hem de Artı yaşamdan bir kaç arkadaş sen de trekking'e gel bizimle deyip duruyorlardı. Üç dört sefer soğuğu, kışı, yağmuru, çamuru bahane ederek atlattığım trekking pırıl pırıl bir mart sabahında birden aklıma düştü. Hemen Kemal'i aradım, bu sefer ben dedim hadi gidelim diye. Ne de olsa Bahar gelmiş Ankara'ya. Her ne kadar cumartesi günkü yoğun yağmur ertesi gün gidip gitmemeyi sorgulatsa da bana, bu kadar yaklaşmışken bunu yapmaya vazgeçmemeye karar verdim.
Neyse ki Pazar günü 07.15 de odanın penceresinden giren sabah güneşi içimi rahatlattı. Böylece trekking kıyafetlerini kuşanıp, sırt çantalarımızı aldığımızla kendimizi Kızılay'da bulmamız bir oldu. Yolda bir çorba molası verdikten kısa bir süre sonra yürüyüşümüzün başlangıç noktası olan Bardakçılar Köyü'ne vardık. Akşam üzeri 5 civarı varmayı hedeflediğimiz Yanık köyü'ne hiç varamayacağımız bilemeden yol koyulduk. Her şey çok güzel başladı. Ancak zaman ilerledikçe bana söylenilenin aksine parkur hiç de az eğimli olmadığı gösterdi kendini. Bir süre sonra da zaten doğa yürüyüşü dağcılığa dönüştü. Ben söylene söylene ilerlerken ilk ama son olmayan düşüşüm de gerçekleşti. Doğuştan düşme ve yaralanma kapasitesine sahip biri olarak artık o andan itibaren tek dileğim belimi sakatlamamaktı.
Geçmek zorunda olduğumuz derede biraz zaman kaybettikten sonra ve onca tırmanmanın ardından bizi karşılayan tel örgü yolumuzu değiştirmemize neden oldu ama tabi ki bu da ilk değiştireceğimiz yol değildi. Biraz daha tırmandıktan sonra güzel ve küçük bir şelale karşıladı bizi. Önceki grubun hızlı yürümesi ve benim daha yavaş yürümeye ilişkin önerim küçük çaplı bir atışmaya neden olsa da yemek molası bitiminde bir parça çikolata buzları eritti ama hızlı giden grubu durdurmaya yetti mi? hayır tabi ki. Gerçi iyi ki durmamışlar da bizimle aynı kaderi paylaşmamışlar.
Güzel bir manzara eşliğinde yanımızda getirdiklerimizi yemek üzere mis gibi dağ havasında, masmavi gökyüzünün altında mola verdik. Ankara'ya bu kadar yakın böylesine güzel bir doğa şaşırtmadı desem yalan olur beni. Yukarıdan akıp gelen suyun içilip içilmeyeceği üzerine yaptığımız yorumlardan sonra tekrar yola koyulduk. Buraya gelene kadar düşme ve kalkma esnasında tanıştığımız Çiğdem ve Emine de bizim gruba dahil oldu. Artık tepeye tırmandığımız için düşmeden ama arkadan arkadan yürüyorduk.
Uzun bir yürüyüşün ardından rehberimiz yanlış geldiğimiz ve geri döneceğimizi söyledi Ayak bileklerimizi acıtan o yengeç gibi yan yan yürümek zorunda kaldığımız süre içinde bizim grupta kaybolduk esprileri başlamıştı bile. bir şeyi kırk kere söylersen olurmuş zaten... O yanlış girdiğimiz yol ve onun geri dönüşü bize epey vakit kaybettirdi. Nihayet bir göle vardık ve sanırım çoğumuz yolun sonuna geldiğimizi sandık ve oh çektik. Gölü geçer geçmez girdiğimiz yolda köylülerin yolun bozuk olduğunu söylemesi üzerine rehberimiz bizi kestirme yola gireceğimizi söyledi ama orada uzakta görünen köyün bizim varacağımız köy olduğunu söylemedi. Söylese belki o dik yamaçtan inmeyi reddederdik. Kimbilir belki de etmezdik. Biz o dik yamaçtan inmeye başladığımızda düşme rekorları kıran grubumuz arkada kaldı. Yaklaşık 45 dakikanın sonunda önceki grubun alıp başını gittiğini üstelik rehberin de o grupta olduğunu farkettik. Neyse ki diğer rehberimiz Can bizim yanımızdaydı ve telsizle haberleşebiliyorlardı. 20 dakika sonra rehberimize, ondan 10 dakika kadar sonra da onunla birlikte olan diğer insanlara ulaştık. Ama onlara ulaştığımızda artık hava kararmak üzereydi ve bol gülmeli, bol düşmeli inişimiz yerini yavaş yavaş karamsarlığa bırakıyordu ki o sırada rehberimiz İlker bize varacağımız köyü gösterdi. O an anladık ki biz o köye hiç varamayacaktık. Çiğdem'i oturduğu taşın üzerinde ben yürümüyorum artık, helikopter gelip alsın bizi isteğinden vaz geçirdikten sonra vadiye doğru inmeye başladık ama vadideki dere yatağına inemeden gece çöktü.
O an itibari ile biz kaybolmuş durumdaydık. Karanlıkta sadece iki fener ve bir cep telefonu ışığı ile 15 kişi düşe düşe, kaya kaya indik dere kenarına. artık herkes yorulmuştu ama gece de ilerliyordu, kısa süreli dinlenmelerle bir an önce yola devam edip yolu bulmayı umuyorduk GPS'in gösterdiği. Hem karanlık, hem arazinin engebeli oluşu hem de bir gün önceki yağmurun ıslattığı toprak bir hayli zorladı bizi. Saat 20.00 civarı bizi almaya gelen aracın kornasını duyduk, bu ses yorgunluktan iyice yavaşlamış grubu kendine getirdi. Ondan yarım saat sonra da Ankara'dan bizi aramaya/almaya gelenlerin ışıklarını gördük. Pek bir mutluyduk kurtulduğumuz için. Minibüse gidip nihayet oturabilmek ve rahatlamak için son bir zorlu engel kalmıştı. çamur deryası bir yol... Normal şartlarda 5 civarı bitmesi gereken yürüyüş yaklaşık 10 saatlik bir yürüyüşün ardından 21.30 civarı bitti. Yürüyüşle birlikte biz de bittik tabi.
Bu kayboluşun getirileri de olmadı değil tabi; o zorlu yürüyüş boyunca özellikle de kaybolduktan sonraki kısımda grup elemanlarının dayanışması çok güzeldi ve tabi güzel arkadaşlıkları da beraberinde getirdi bu kaybolma. biz bunun adına trekking kardeşliği diyoruz ve bir ara tekrar kaybolmayı düşünüyoruz:) tabi bunu düşünebilmemiz için üzerinden bir kaç gün geçmesi gerekti.

Çıkardığım dersler: sırt çantasında bir adet de fener olacak! ve ekstradan yiyecek!
Baton gece yürüyüşü içi iyi değil!(dereye düşmeye sebep olabiliyor)
Arazi az eğimli diyen arkadaşlarına inanma!
Kaybolunca helikopter gelmiyor! (Amerika mı burası:P)
Öndeki grupta olmaya çalış!
Sabah yola çıkarken herkese gülümse ki ihtiyacın olabilir onlara ilerleyen saatlerde:)))

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Paylaş