May 9, 2010

Just few Blocks Away - Amerika Günlüğü II

Daha duyduğumuz ilk anda bir çoğumuz çok da sıcak bakmadık aile yanında kalma durumuna açıkçası. Ne gerek var ki diye düşündüm ben de. Ama evinde kalacağım kişileri önceden tanımış olsaydım böyle bir düşünceye kapılmazdım. Anaokulu çıkışı ailelerinin kendilerini almaya gelmesini bekleyen çocuklar gibi valizlerimizle beklemeye başladık. İlk gelen benim ailem oldu. Otelden eve kadar geçen 15 dakikalık sürede kaygımın yersiz olacağını ve güzel bir 12 gün geçireceğimi anladım onlarla. Nitekim öyle de oldu. O 12 günün sonunda Chicago’dan ayrılırken güzel iki de arkadaş bıraktım ardımda.
Benim görmeyi çok istediğim ülkelerden biriydi Amerika. Böyle bir vesile ile üç hafta gibi uzun bir süre kalmak üzere gideceğim aklıma gelmezdi. Tuhaf bir şekilde hiç yabancılık çekmedim. Hollywood filmleri ve Cnbc-e dizileri sağ olsun çok tanıdık geldi her yer! Hatırı sayılır sayıda şehir gördüm, ülke gördüm Avrupa’da. O yüzden bir karşılaştırma yapmakta haddi mi aştığımı düşünmüyorum. 

Sık sık Avrupa ile karşılaştırdım Amerika’yı ama herhangi bir benzerlik bulamadım. Avrupa’daki gibi buz gibi değil sokakta karşılaştığınız insanlar . herkes birbirine gülümsüyor, günaydın diyor. Tamam otomatiğe bağlanmış olabilir ve bir süre sonra çok da samimi gelmeyebilir ama yine de güzel bir şey hiç tanımadığınız birinin bile günaydın demesi size. Burada hiç tanımadığınız birine günaydın desek  ya deli damgası yeriz ya da sapık J Türkiye ile epey bir benzerlik var bence Amerika arasında. En başta teknoloji çılgınlığı. Nerdeyse yolda adres sorduğunuz insan hemen iphone’nunu çıkarıp google’dan adresi söyleyiverecek gibi. Çok yardımseverler zaten, bilmiyorum demiyorlar kolay kolay bir yer sorduğunuzda. Keşke bir de tarif ettikleri adresin yürüme mesafesi olmadığını ekleyiverseler çok güzel olacak.

Amerika’da her şey çok büyük! Avrupa ile kıyaslanınca en çok göze çarpanlardan biri de bu. Caddeler büyük, binalar büyük, arabalar büyük, porsiyonlar büyük, bedenler büyük… büyük de büyük yani. Tabi alan çok geniş olunca bol kullanmışlar herhalde.
Ah Starbucks starbucks! Biz burada sana Starfucks diyorduk ama orada elimizden düşmedin. Ne menem bir şeymişsin sen kapmışsın tüm köşeleri. Ömrüm boyunca tüketeceğimi düşünmediğim kadar kahveyi, latteyi tükettim orda. Herkesin elinde bir kahve, insanın canı çekiyor.
Chicago’da hava çok değişken. Gölün etkisi büyük bunda. Bırakın göl kıyısı ile şehrin içindeki ısı farkını bir caddeden diğerine inanılmaz değişiyor hava sıcaklığı. Zaten şehir merkezi oldukça serin çünkü gökdelenler yüzünden güneş girmiyor, haliyle de ısınamıyor bir türlü. Hemen herkes küçük çaplı bir hastalık dönemi geçirdi ama en fena çarpılan Gül oldu. Günlerce yatmak zorunda kaldı. Sonrasında da Serap! Ama ben dedim ona göğüs dekoltesi yapma çarpılırsın diye! J
Chicago’da kaldığım süre içinde yaptığımız aktivitelerden en favorim gece bisiklet turu ana bir de The Bean var ki hangisini öne alsam bilemedim. Adım zaten Beanciye çıktı orada. Ben bundan 5 yıl kadar önce Dünya’nın çeşitli yerlerinde çekilmiş fotoğrafların olduğu bir katologa bakarken karşılaştım bean ile ilk kez. Aramızda bir çekim oluştu ve bir gün oraya gidip fotoğraf çekmeyi deli gibi istiyordum. E yani şimdi böyle bir durumda oraya kadar gitmişken gidip bean’i ziyaret etmemek olur muydu? Ben de gittim, bol bol fotoğraf çektim, eğlendim, çok keyifli anlar geçirdik bean ile şimdiden kendisini özledim bile. Anlatmakla bitmez Bean, gidip görmek lazım.

Programı hazırlayanlar birkaç atraksiyon da eklemeyi unutmamışlar iyi ki de yapmışlar bunu.  Bir de gece bisiklet turu düzenlemişler. Öncesinde kıyafetime ve kafama uygun bir kask bulmak için cebelleştiğim bisiklet turu oldukça keyifli geçti Gün batımına yakın başladık bisikletlerimizi sürmeye, bol bol mola vererek, fotoğraflar çekilerek 10’a kadar sürdük bisikletlerimizi.. Şehri bir de gece izledik ki bence gecesi daha muhteşem Chicago’nun. Şanslıydık o gece ki Chicago’da kaldığımız süre içinde havanın en güzel olduğu geceydi o gece.

Evinde kaldığım çift, ikisinin de adı Mike, öyle iyi niyetli öylesine güzel insanlardı ki. Chicago seyahatimi daha bir güzelleştirenler de onlar oldu. Zaten gruptaki diğer insanların evlerinde kaldıkları ailelerin içinde de en çok bizimle vakit geçiren onlardı yani sadece benim ailem değil diğer birkaç arkadaşımın da ailesi oldular. Hep birlikte bizim evde yaptığımız yemekleri yedik, Green Mill’de jazz dinlerken içtik, bisiklet turunda hep birlikte eğlendik. Kendimi çok şanslı hissediyorum iki muhteşem insanın evinde kaldığım için. Zaten veda zamanı geldiğinde epey de bir hüzünlendik. Neyse ki Eylül ayında Türkiye’de olacaklar ve 10 günlük bir tatile çıkacağız Mike’lar, ben ve Bahadır.

 Bu arada Amerika’nın ucuz olduğu da koca bir şehir efsanesi. Tamam şehir dışındaki outletlere gidince ucuz giysi, ayakkabı bulmak mümkünmüş ama herhangi bir toplu taşıma aracının olmadığı ve arabayla iki saat mesafede o outler’a ulaşmak Amerika’ya gitmekten daha zor. Zaten oradaki mağazaların neredeyse tümü burada var ve aynı fiyatlarla. Bir tek elektronik eşyalar ucuz Türkiye’den. O da parası bol olana! Velhasıl alışveriş çılgınlığının girdabına kapılmadan paçayı kurtarabildim. Kıtlıktan çıkmışcasına her gördüğünü alan arkadaşları tenzih ederek konuşuyorum ama arkadaşım ülkemizde zaten onların hepsi var yani 5 bin mil onları yanında taşımaya ne gerek var J  

Sears tower! Yeni adıyla Willis Tower. Düşünmüşler taşınmışlar bu gökdeleni nasıl ilgi merkezi haline getiririz diye düşünmüşler ve öyle bir şey bulmuşlar ki akıllara zarar. Bir diğer favorim de Willis tower’ın cam balkonları. 103 katta yerden tam 412 metrede 3 adet cam balkon yapmışlar… sağı, solu, altı, üstü cam olan bir metrelik bir balkon ve tam 412 metredeki camın üzerinde durup seyrediyorsun şehri. Şehir ayaklarımın altında cümlesinin cuk oturdu yerlerden biri. 50 katlı diğer gökdelenler aşağıda kibrit kutusu gibi duruyor, her şey sanki maket gibi. Yükseklik korkum olmadığı halde ilk adımımı atarken içimden şöyle bir yükselme hissi geçti. Hani gondola binersin de tam aşağıya doğru hızla inerken bir şey hissedersin ya ona yakın bir şey. Sonuçta müthiş keyifli orada öylece durmak, şekil şekil poz vermek. Diğer taraftan da tüm Chicago’yu ve Michigan gölünü seyredebiliyorsun. Açık havalarda, ki açıktı o gün hava, diğer 3 eyalet de görülüyormuş. Ama o göz alabildiğine sanki sonsuzluğa uzanan düzlükte neresi hangi eyalet kestirmek güçtü bizim için hem zaten bana neydi. Chicago’nun üzerinde durmak yetti bana…
Tam bitirirken aklıma geldi, NBA maçını nasıl unuturum! Chicago Bulls ve Boston Celtic maçı olduğunu duyunca ve halen ucuz bilet olduğunu duyunca hemen atladık tabi ki. O salonda olmak çok ama çok keyifliydi ve çok güzel bir deneyimdi. Hele de Bulls kazanıp hepimiz birer Big Mac kazanınca daha da keyifli oldu. Bir de her ne kadar Ezgi ile 15 Dolarlık tavana 1 metre mesafedeki koltuklarımızdan aşağıdaki sahayı yatay gören koltuklara geçmek için çabaladıysak da Amerikan kapitalizmi izin vermedi bize :) 

çıkardığım dersler:

Yol tarifi alınca yürüme mesafesi olup olmadığını sor! (kendileri söylemiyor çünkü)
Just few block away derlerse hemen bir taksiye atla!
The Bean’de en az 60 fotoğraf çekil!
Willis Tower’da cam balkona çık! ( yoksa Chicago’ya gitmiş olmazsın)
İki kişiysen bir menü al! (ikinizde doyarsınız walla)
Yanında efes pilsen götür!
Barmenden Votka elma isteme! (Uzaylı muamelesi görürsün)


Yazının 1. bölümü için: Welcome to US - Amerika günlüğü 1

No comments:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Paylaş