June 25, 2011

Pandora’nın kutusundan çıkan en büyük kötülük: Cinsiyet


Judith Butler
Butler, cinsiyetin de tıpkı toplumsal cinsiyet gibi inşa edildiğini, dolayısıyla inşadan önce cinsiyet kategorilerinin olmadığı söylüyor. Gerçekten de böyle midir? Çoğu insan için bu sorunun cevabı elbette ki hayır olacaktır. Çünkü biyolojik olarak kadın ve erkeğin bariz farklılıkları vardır birçoğu için: Bu biyolojik farklılık türün bir kısmına doğurganlık özelliği verirken diğerinde bu özellik görülmemektedir. Peki, bu aynı türün iki farklı fonksiyonuna sahip bireyi için doğurganlıktan başka bir fark var mıdır gerçekten? Ya da bu fark şimdi “kadın” ve “erkek” dediğimiz iki farklı kategorinin varoluşlarında böylesine büyük bir farklılık yaratacak kadar büyük müdür? Aslında bunu tartışmak, hele de cinsiyet ve toplumsal cinsiyet üzerine inşa edilmiş bir varoluşun, bir kültürün içerisinden tartışmak oldukça zor. Çünkü kurulabilecek bütün cümlelere ve sorulabilecek bütün sorulara kültürün ve söylemin hazır bir cevabı var. Üstelik bu hazır cevaplar zihnimize öyle bir işlenmiş ki kolay kolay kimseye aksini söyletebilmek mümkün değil.

Bedenlere henüz “kadın” ve “erkek” elbiselerinin giydirilmediği bir dönemi tahayyül etmek dahi zor. Şu an üzerinde birçok farklı kimliğin barındığı, daha doğrusu barındırıldığı bedenimiz üzerinden bize kim olduğumuz, nasıl yaşayacağımız ve daha da önemlisi nasıl yaşamamamız, nasıl düşünmememiz gerektiğini söyleniyor. Butler, Ankara’daki Homofobi Karşıtı Buluşmada yaptığı konuşmada, kendi özne oluşumuzu deneyimlerken zaten çoktan, kendi seçmediğimiz bir dünya ile karşı karşıya olduğumuzu söylemişti. Çok doğru, kendi deneyimlerimiz sandığımız şeyler dahi aslında bize ait değil. Çünkü her hangi bir şeyi deneyimleyebilme ihtimalimiz de tarihin, kültürün, sistemin bize sunduğu imkânlar dahilinde. Dolayısıyla her birimiz kendisini nevi şahsına münhasır sanan kopyanın da kopyası özneleriz. Hal böyle olunca insanın aklına üzerimizdeki mevcut etiketleri çıkarmak ve kendi diktiğimiz elbiseyi üzerimize giymekte ne kadar özgür olduğumuz sorusunu getiriyor. Daha da ötesi bu özgürlüğün sınırlarını kim çiziyor?
Butler’ın cinsiyetin de bir inşa olduğu tezine katılıyorum ancak Foucault’nun da dediği gibi zorunlu ve ikiliğe dayalı bir toplumsal cinsiyet kurmak için biyolojik farklılıklar politik bir araç olarak kullanılmaktadır iktidar tarafından. Dolayısıyla bu kategorileri, bu özneleri üreten iktidar sistemleri belirler. Özgürlük de bu iktidar sistemlerin ürettiği ve de izin verdiği kadardır. Böyle bakıldığında elimizdeki özgürlük kavramının pek de değerli olduğunu söyleyemeyiz. Yani bu etiketlerden sıyrılmak mümkün değil gibi görünüyor. Bu yüzden şu soru sorulabilir pekâlâ: Cinsiyetin de bir inşa olduğunu bilmek ve kabul etmek bu iktidar sistemlerini dolayısıyla bu iktidar sitemlerini oluşturan ataerkiyi alaşağı etmemizde ne kadar fayda sağlayacaktır? Bakıldığında çok da haksız sayılmayacak bir soru çünkü cinsiyet kategorisini ortadan kaldırabilmek bir nevi kültürü ortadan kaldırmak manasına geliyor. İnsanlığın ortaklaştığı en büyük kültür çıktısının da “cinsiyet” olduğunu düşünürsek önümüzde alt üst edilemeyecek bir kategori olarak duruyor bu olgu. Zaten söylem ve kültür öncesine çıkan bütün yollar da yine iktidar sistemleri ve ataerki tarafından kapatılmış durumda. Ancak yine de kültür öncesi cinsiyet kategorisinin yaratılmadığı ve türün işaretlenmediği bir dönemin varlığını ve cinsiyetlerin sonradan etiketlenerek kurgulandığını kabul edersek en azından cinsiyetin bu düalizminden kurtulabilme ihtimalimizin doğacağını düşünüyorum. O yüzden Butler’ın cinsiyetin de tıpkı toplumsal cinsiyet gibi ve hatta ondan önce inşa edilmiş olduğu tezine inanmak istiyorum. Çünkü cinsiyetlerin uydurulmuşluğu ortaya konulduğunda ataerkinin en güçlü kalelerinden biri yerle bir edilmiş olacak. Ortada ne üzerinde tahakküm kuralabilecek bir cinsiyet ne de tahakküm kuracak diğer bir cinsiyet kategorisi kalacak. Yine de insana oldukça ütopik geliyor bu işaretlenmemiş dünya üzerine düşünmek.
Sözünü ettiğimiz bu ütopik teoriler üzerinde yazılıp çizilmeye, tartışılmaya ve geliştirilmeye devam ede dursun bizim içinde yaşamak durumunda olduğumuz ve cinsiyetin bu ikililiğini temel alan kurguyla mücadele etmeye ara vermememiz gerekiyor. Ne de olsa bir sabah uyanıp binlerce yıldır işleyen bu sistemin bir anda ortadan kalktığını ve herkesin kimliksiz uyandığını göremeyeceğiz. O halde mevcut ataerkil sistem içerisinde her daim ezilen, yok sayılan, ötekileştirilen ve kimliksizleştirilen kadınların var olabilmelerinin yolunu açmak için mücadeleye devam etmek gerekiyor. Tabi ki burada Butler’ın feminizme getirdiği eleştiriye katılmamak elde değil. Çünkü gerçekten de feminizmin tüm kadınları kapsayacak bir “kadınlar” terimini kullanması, baştan, iktidarın yaptığı şeyi yapmak, farklılıkları ve çeşitliliği yok saymak anlamına geliyor. Çünkü kadınlar terimini biyolojik cinsiyete göre sınıflandırılan bir grubu tanımlamak için kullandığımızda biyolojik cinsiyeti erkek olmasına karşın kendisini kadın olarak algılayan ve tanımlayan trans bireyler dışarıda kalacaktır. Yine “kadınlar” kategorisi genellikle heteroseksüel kadınları işaret ettiğinde lezbiyen ve biseksüel kadınlar dışarıda kalacaktır. O yüzden bir tek özneden değil farklı kimliklere, farklı cinsel yönelimlere, farklı etnik gruplara, farklı sosyal sınıflara dahil birçok kadın özneden söz etmek mümkündür. Çünkü cinsiyet, varoluşumuzu belirleyen en büyük faktör olmakla birlikte bizi biz yapan tek faktör değildir.

Kitapta da değinildiği üzere cinsiyetlerin insanları mahkûm ettiği bir başka durum ise zorunlu heteroseksüel olma halidir. Heteroseksüellik düalizmin, toplumsal cinsiyet kurgusunun, ataerkil yapının devam etmesinin garantörü işlevini görür. Çünkü heteroseksüellik üremenin ve çoğalmanın olmazsa olmaz koşuludur. Bu yüzden tüm insanlar heteroseksüel addedilir, farklı cinsel yönelimler yok sayılır ki türün devamı tehlikeye girmesin.
Heteroseksüellik terimi 19. Yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış bir terimdir, eşcinsel teriminin çıkışının hemen akabinde ortaya atılmıştır. Eşcinsellik terimi bir sapkınlığı ve bir hastalığı işaret etmek üzere ortaya atıldığında haliyle “sağlıklı” ve “normal” cinselliği tanımlayacak bir terime ihtiyaç duyulduğu için heteroseksüellik terimi türetilmiştir. Butler’ın da Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma’da dediği gibi aslında eşcinsellik diye bir kavram olmasaydı heteroseksüellik kavramı da olmayacaktı. Dolayısıyla heteroseksüelliğin eşcinselliğe ihtiyacı var çünkü kendi varoluşu buna bağlı. Heteroseksüelliği tehdit ettiği düşünülürken onu bu kadar değerli kılan da yine eşcinsellik, ironik bir biçimde. Yaratıldıkları günden bu yana eşcinsellik heteroseksizmin hegomanyası altında ezilmekte. Aynı zamanda heteroseksüel bireyler de bu heteroseksizmin hegomanyası altında ezilmekteler, farkında olmasalar bile. Çünkü heteroseksizm kendini heteroseksüel olarak tanımlayan bireylerin de hayatlarını kısıtlamakta. Cinselliğin akışkan olduğunu düşündüğümüzde zorunlu heteroseksüellik bu akışkanlığın önünde büyük bir set gibi duruyor. Kadınlar kadın gibi, erkekler erkek gibi olmak, davranmak ve görünmek zorundalar. Heteroseksizmin kendilerine verdiği kimliklere sıkı sıkıya bağlı kalmak ve onu korumakla yükümlüler. Cinsellik konuşulmaması, bekâret korunması gereken bir tabuyken sertleşmeyen bir penis ya da üreyemeyen bir kadın utanç bu heteroseksizm içerisinde.
Öte yandan heteroseksizmden ve onun dayattığı normlardan sıyrılabilmenin ve içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız hapishanelerden kurtulabilmemizin yolu sergilediğimiz performansları tersine çevirmek midir? Peki, nasıl olacaktır bu? Öyle ki bu performanslar bireysel bile değildir. Toplumun tamamının uyduğu bir kurallar silsilesi ile gerçekleşen kolektif bir çalışmadır. Çünkü bu sürekli tekrar eden performansların, cinsiyetin ikililiğini korumak gibi bir hedefi vardır. Hal böyle olunca bu performatif cinsiyetleri ters yüz etmenin imkânı da yine iktidarın çizdiği sınırlar ve kimlikler dahilindedir. Bu kısıtlı imkanlara rağmen bu sadece teoride kalmayıp,  hayata da geçirilen bir eylemdir aslında. Özellikle trans bireyler tam da bu ters yüz etmenin merkezinde bulunmaktalar. Eşcinsellerin de aslında bu ikiliğe dayalı performansları ter yüz etme cesaretini gösterdiklerini söyleyebiliriz. Öyle ya, kadın ve erkeğin ve onların birlikteliğinin, cinsel ilişkisinin “normal” olduğu bir kültürde kendi hemcinslerine duydukları aşkı, arzuyu ve isteği dile getirmektedirler. Elbette ki bunu yaparken çok azı aleni şekilde kendini ifade edebilmekte, kaldı ki, bu eşcinselliğin varlığının az olduğunun göstergesi değil, sadece görünürlüğünün azlığının bir göstergesi olabilir. Öte yandan şunu da belirtmek gerekir ki bu performansları alt üst edermiş gibi görünen eşcinsel edimlerin kendi içerisinde tam da heteroseksüellik normlara tabi olduğu, onlara uygun şekillendiği de bir gerçektir. Bu durum eşcinsellerden daha görünür olan trans bireyler –sonuçta bedensel bir değişim, o olmasa bile karşı cinsin kıyafetlerini giyerek ve karşı cins gibi davranarak ortaya çıkan bir değişim- içinde geçerli olabilmektedir. Sonuçta toplum ve kültür de her ne kadar normatif eylemlerin dışına çıkmış olsalar da normlara sadık kalan eşcinsel ve trans bireyleri kabul etmektedir. Yani ameliyat olarak tamamen karşı cinsiyete geçmiş bir trans birey, karşı cinsiyetin kıyafetlerini giyen ve karşı cinsiyetmiş gibi davranan bir trans bireyden daha fazla kabul görmektedir. Aynı şekilde eşcinselliğini feminen hareketlerle desteklemeyen, maskülenliğini dolayısıyla erkek görünümünü koruyan ve gizli yaşayan eşcinseller, bunun tam tersini yapanlara kıyasla daha çok kabul görmektedir. İktidarın kendi istediğinden farklı olmuş olsa da, bireyleri yine de belirli bir düzene sokma çabası vardır. Bu çaba, eşcinselliği kapalı duvarlar arasında tutmaya çalışma ve zorunlu heteroseksüelliğin en az zayiatla yoluna devam etmesini sağlama çabasıdır.
Diğer yandan tüm bunların karşısında duran ve Butler’ın da öncülerinden biri olduğu Queer teori, her türlü kimliğin bireyleri yeni parmaklıkların arkasına hapsettiğini söyler. Queer teori için eşcinsel kimliği olumlamak da bir sorundur. Bugüne kadar ve halen devam eden birçok eşcinsel hareketin temel çıkış noktası heteroseksüellere onlar gibi olduklarını, hasta olmadıklarını, sıradan bireyler olduklarını anlatmaktır. Oysa Queer teori bunun tam tersini söyleyerek “biz sizden farklıyız, yatak odasında yaptıklarımızın dışında” diyerek ikilikten çokluluğa bir geçişe yer açmaya çalışmaktadırlar. Ancak biz sizden farklıyız derken de bir bakıma diğerlerini ötekileştirme gibi bir handikaba düşmek kaçınılmazdır. Öyle ki her türlü kimliğin karşısında duran ve kimliksizliği esas alan bir teori birilerinin kimliği haline dönüşme riski altındadır. Queer teorinin kendisi bir kimliğe dönüşmektedir. Çünkü Queer teori de ister istemez içinde yaşadığı iktidarın ürettiği dili kullanmaktadır ve bu dil öylesine güçlüdür ki kendi kelimelerini kullanarak kendisinden bir kaçışı mümkün kılmamaktadır. İşte belki de bu yüzden Queer teorinin kendi dilini geliştirmesi, kelime dağarcığını zenginleştirmesi gerekmektedir. Aksi takdirde gey, lezbiyen, transseksüel gibi ötekileştirilmiş bir terim haline gelecektir.
Sonuç olarak Queer teori Butler’ın sözünü ettiği tekrarlanan performansların altüst edilmesi için gerekli bir teoridir ancak birçok teori gibi pratik hayatta tam karşılığını bulabilmesi zaman alacaktır. Nihayetinde Queer teoriyi hayata geçirecek bireyler de bu kültürün ürettiği ve bu söylemin dilini kullanan insanlar!  

No comments:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Paylaş