2002 yılında dil öğrenmek için bir yerlere gitmeye karar vermiştim. Elbette ilk düşündüğüm yer İngiltere oldu ancak 11 Eylül'ün üzerinden bir yıl bile geçmemişti daha ve İngiltere o sıralar çok sıkı bir vize politikası uyguluyordu, yani vize almak imkansıza yakın bir şeydi. İlk kez yurt dışına çıkacağım, haliyle ilk vizem olacağı için red alma korkusuyla vazgeçtim İngiltere'ye gitmeye çalışmaktan. O zamanlar hem vizesiz hem de maliyeti İngiltere'nin yarısı olan Malta'ya gitmeye karar verdim, ve gittim. Yani bundan tam 14 yıl öncesiydi İngiltere'ye gidebilmenin eşiğinden döndüğümde. Açıkçası sonrasında çok da heves etmedim o taraflara. Tabi itiraf etmem gerekirse bunda vize almanın zorluğu ile İngiltere'nin pahalılığı büyük rol oynadı. Böylece yıllar geçti ve ben ancak bir kaç ay önce Büyük Britanya adasına ayak basmış oldum. ve Londra'ya aşık oldum, bunca yıl gitmediğim için pişman oldum, keşke 2002 yılında İngiltere vizesi almaya çalışsaydım diye hayıflandım. Bu yazıda İngiltere'de geçirdiğim on günde edindiğim izlenimlerimi bulacaksınız. Bir gezi yazısından ziyade izlenim yazısı olacak çünkü zaten İngiltere'ye, daha ziyade Londra'ya dair istemeyeceğiniz için gezi yazısı var internette.
Londra'ya yağmurlu bir cumartesi günü vardım, elbette Londra'ydı, yağmursuz olmazdı ve tatildeyken yağan yağmuru çok sevmesem de Londra'nın beni ünlü yağmuruyla karşılaması hoşuma gitti. Öyle bardaktan boşanırcasına değil, tam sevdiğim gibi altında yürünebilecek kıvamda bir yağmurdu. O yüzden üzülmek yerine aksine mutlu oldum. Heathtrow'dan bindiğim metroyla otelimin olduğu South Kensington'a aktarmasız olarak geldim, çiseleyen yağmurun altında kalacağım yeri buldum, giriş yapıp eşyalarımı bırakarak kendimi dışarıya attım. Yağmur hafiften hala çiseliyordu, otelim Ulusal Tarih Müzesi, Albert Müzesi, Bilim müzesi gibi müzelerin olduğu Exhibition Road'um hemen yakınında olduğundan müzeye girmek için şemsiyelerinin altında bekleyen insanların arasından yürüyüp bir şeyler yemek için metro istasyonu civarına gittim. Daha geldiğim ilk andan itibaren o kadar tanıdık ve bildik hissettim ki şehri, sanki uzun zamandır orada yaşıyormuşum gibi, bir yerleri bulamama paniği yaşamadan, nereye nasıl gideceğimi bilememe derdine düşmeden dolaştım Londra'da kaldığım üç buçuk günlük süre içinde. Tarif edemeyeceğim bir tanıdıklık hissi ve bunun getirdiği bir güven vardı içimde. Benzer bir durumu Barcelona'da yaşamıştım. Zaten Londra, Barcelona'dan sonra Avrupa'da yaşamak isterim dediğim ikinci şehir oldu. Gerçi Avrupa dediğime bakmayın, Londra çoğu Avrupa şehrinden çok farklı bence. Anlatayım neden böyle düşündüğümü.
Londra'ya yağmurlu bir cumartesi günü vardım, elbette Londra'ydı, yağmursuz olmazdı ve tatildeyken yağan yağmuru çok sevmesem de Londra'nın beni ünlü yağmuruyla karşılaması hoşuma gitti. Öyle bardaktan boşanırcasına değil, tam sevdiğim gibi altında yürünebilecek kıvamda bir yağmurdu. O yüzden üzülmek yerine aksine mutlu oldum. Heathtrow'dan bindiğim metroyla otelimin olduğu South Kensington'a aktarmasız olarak geldim, çiseleyen yağmurun altında kalacağım yeri buldum, giriş yapıp eşyalarımı bırakarak kendimi dışarıya attım. Yağmur hafiften hala çiseliyordu, otelim Ulusal Tarih Müzesi, Albert Müzesi, Bilim müzesi gibi müzelerin olduğu Exhibition Road'um hemen yakınında olduğundan müzeye girmek için şemsiyelerinin altında bekleyen insanların arasından yürüyüp bir şeyler yemek için metro istasyonu civarına gittim. Daha geldiğim ilk andan itibaren o kadar tanıdık ve bildik hissettim ki şehri, sanki uzun zamandır orada yaşıyormuşum gibi, bir yerleri bulamama paniği yaşamadan, nereye nasıl gideceğimi bilememe derdine düşmeden dolaştım Londra'da kaldığım üç buçuk günlük süre içinde. Tarif edemeyeceğim bir tanıdıklık hissi ve bunun getirdiği bir güven vardı içimde. Benzer bir durumu Barcelona'da yaşamıştım. Zaten Londra, Barcelona'dan sonra Avrupa'da yaşamak isterim dediğim ikinci şehir oldu. Gerçi Avrupa dediğime bakmayın, Londra çoğu Avrupa şehrinden çok farklı bence. Anlatayım neden böyle düşündüğümü.
Şehrin yapısı ve mimarisinin kendine has olmasından ziyade yaşayan, canlı bir şehir olması Londra'yı farklı kılıyor diye düşünüyorum. Trafiğiyle, insan kalabalığıyla, hem gündüz hem gece kıpır kıpır haliyle dinamik bir şehir Londra. Ben kalabalığından ve trafiğinden ötürü daha kaotik bir şehir hayal ediyordum gitmeden önce, nitekim kalabalık ama tüm bunlara rağmen insanı bunaltmayan bir akışı var hayatın burada. Turist kalabalığı bile Paris'teki ya da Amsterdam'daki gibi insanın gözüne batmıyor -elbette şehrin turistik cazibe merkezlerine, misal Big Ben civarına gittiğinizde bolca turist görüyorsunuz-, öte yandan Berlin'deki ya da Stockholm'deki gibi şehrin belirli yerlerine toplanmış bir insan kalabalığı ve gerisinde genel bir boşluk hali yok.Avrupa'da şehirlerin çoğu belli bir saatten sonra ıssızlaşırken (hafta sonu çılgın kalabalıkları dışında) Londra'da gece de insanlar sokakta. Üstelik sadece hafta sonunda değil hafta içinde de bir canlılık var. Bunun dışında şehrin yapısı da karmaşık değil, yönünü, yolunu bulması, öğrenmesi ve alışması kolay. Daha üçüncü günde Tate Modern'in şehri yukarıdan izleme şansı sunan terasına çıktığınızda neyin nerede olduğunu sanki bir süredir orada yaşıyormuş gibi bulabiliyorsunuz.
Şehri turistler için güzel kılan bir şey de müzelerin ücretsiz olması, evet British Museum ya da Science Museum'u gezip görmek için para ödemiyorsunuz. Kesinlikle şahane! Ah, tabi ki bir de parklar! Bu şehri eşsiz yapan şeylerden birisi de parkları; şehirden uzaklarda olduğunuzu düşünmenize neden olacak derecece büyük, bir o kadar güzel ve bakımlı parkları. Mutlaka Hyde Park'ı, hemen yanındaki Green Park'ı, onun bitişiğindeki St. James Park'ı görmeniz, görmekle de kalmayıp kendinizi çimlerin üzerine atıp tadını çıkarmanız gerekiyor. Vaktiniz biraz genişse programınıza Hampstead Heath'e gidip Parliament Hill'de çimlere yayılarak Londra'yı bir de uzaktan izlemeyi eklemenizi tavsiye ederim. Tabi ki biranızı ya da şarabınızı yanınıza almayı unutmayın, zira güneşi de orada batırmalısınız.
Benim ilk gidişim olduğu için elbette turistik ibadetimi yerine getirdim. Görülmesi gereken semtlerin, mimari yapıların, mekanların, kısaca Londra denilince akla gelen turistik noktaların neredeyse hepsini bu üç güne sığdırdım. Çoğunlukla yürüdüm, her gün Londra'nın sokaklarını ayak parmakların su toplayana kadar yürüdüm. Daha uzak mesafelerde ya da artık otele geri dönecek takatim kalmadığı zamanlarda da Londra'nın o meşhur metro ağını kullandım. Söz metrodan açılmışken hemen bir not düşmekte fayda var: Londra'da Oyster denilen bir ulaşım kartı var, havaalanına varır varmaz bir tane edinmenizi tavsiye ederim. 5 pound kart için ödeyip içine de istediğiniz miktarda kredi koyuyorsunuz. Böylece gün içinde istediğiniz kadar metro kullanabiliyorsunuz ve günlük ödeyeceğiniz maksimum rakam 7 pound civarı. Her biniş için ayrı bir bilet almaya kalktığınızda ulaşım çok pahalıya patlayabilir Londra'da. O yüzden siz siz olun bir Oyster kartı edinin.
Diğer seyahat yazılarında yaptığım gibi Londra'da ne kadar harcarsınız kısmına hiç girmeyeceğim, kısaca söyleyebilirim ki; çok harcarsınız. Pahalı bir şehir Londra, yemesi de içmesi de pahalı. Restoranda bir akşam yemeği yemek için ciddi bir rakamı gözden çıkarmanız gerekiyor, basit bir şeyler atıştırayım bile deseniz İstanbul'da orta halli bir restoranda akşam yemeğine vereceğiniz kadar para veriyorsunuz. O yüzden biraz hazırlıklı gitmekte fayda var. www.numbeo.com diye bir site var, orada gideceğiniz tüm şehirlerin yaşam maliyetlerini görebilir, kendi yaşadığınız şehirle fiyatları karşılaştırabilirsiniz. Ben kendi deneyimimden söyleyebilirim ki konaklama hariç 50 sterlin bütçe ayırmak gerek günlük. Elbette bunun çok daha altında ya da çok daha üstünde günlük maliyetle de seyahat etmek mümkün, tamamen sizin neleri tercih edeceğinize bağlı.
Uzun lafın kısası Londra mutlaka gidilip görülmesi gereken bir şehir. Tekrar gidebilirsem eminim bambaşka yanlarını göreceğim ve her seferinde ayrı bir keyif alacağım. Londra'nın bende bıraktığı izlenim bu yönde.
Şehri turistler için güzel kılan bir şey de müzelerin ücretsiz olması, evet British Museum ya da Science Museum'u gezip görmek için para ödemiyorsunuz. Kesinlikle şahane! Ah, tabi ki bir de parklar! Bu şehri eşsiz yapan şeylerden birisi de parkları; şehirden uzaklarda olduğunuzu düşünmenize neden olacak derecece büyük, bir o kadar güzel ve bakımlı parkları. Mutlaka Hyde Park'ı, hemen yanındaki Green Park'ı, onun bitişiğindeki St. James Park'ı görmeniz, görmekle de kalmayıp kendinizi çimlerin üzerine atıp tadını çıkarmanız gerekiyor. Vaktiniz biraz genişse programınıza Hampstead Heath'e gidip Parliament Hill'de çimlere yayılarak Londra'yı bir de uzaktan izlemeyi eklemenizi tavsiye ederim. Tabi ki biranızı ya da şarabınızı yanınıza almayı unutmayın, zira güneşi de orada batırmalısınız.
Benim ilk gidişim olduğu için elbette turistik ibadetimi yerine getirdim. Görülmesi gereken semtlerin, mimari yapıların, mekanların, kısaca Londra denilince akla gelen turistik noktaların neredeyse hepsini bu üç güne sığdırdım. Çoğunlukla yürüdüm, her gün Londra'nın sokaklarını ayak parmakların su toplayana kadar yürüdüm. Daha uzak mesafelerde ya da artık otele geri dönecek takatim kalmadığı zamanlarda da Londra'nın o meşhur metro ağını kullandım. Söz metrodan açılmışken hemen bir not düşmekte fayda var: Londra'da Oyster denilen bir ulaşım kartı var, havaalanına varır varmaz bir tane edinmenizi tavsiye ederim. 5 pound kart için ödeyip içine de istediğiniz miktarda kredi koyuyorsunuz. Böylece gün içinde istediğiniz kadar metro kullanabiliyorsunuz ve günlük ödeyeceğiniz maksimum rakam 7 pound civarı. Her biniş için ayrı bir bilet almaya kalktığınızda ulaşım çok pahalıya patlayabilir Londra'da. O yüzden siz siz olun bir Oyster kartı edinin.
Diğer seyahat yazılarında yaptığım gibi Londra'da ne kadar harcarsınız kısmına hiç girmeyeceğim, kısaca söyleyebilirim ki; çok harcarsınız. Pahalı bir şehir Londra, yemesi de içmesi de pahalı. Restoranda bir akşam yemeği yemek için ciddi bir rakamı gözden çıkarmanız gerekiyor, basit bir şeyler atıştırayım bile deseniz İstanbul'da orta halli bir restoranda akşam yemeğine vereceğiniz kadar para veriyorsunuz. O yüzden biraz hazırlıklı gitmekte fayda var. www.numbeo.com diye bir site var, orada gideceğiniz tüm şehirlerin yaşam maliyetlerini görebilir, kendi yaşadığınız şehirle fiyatları karşılaştırabilirsiniz. Ben kendi deneyimimden söyleyebilirim ki konaklama hariç 50 sterlin bütçe ayırmak gerek günlük. Elbette bunun çok daha altında ya da çok daha üstünde günlük maliyetle de seyahat etmek mümkün, tamamen sizin neleri tercih edeceğinize bağlı.
Uzun lafın kısası Londra mutlaka gidilip görülmesi gereken bir şehir. Tekrar gidebilirsem eminim bambaşka yanlarını göreceğim ve her seferinde ayrı bir keyif alacağım. Londra'nın bende bıraktığı izlenim bu yönde.
No comments:
Post a Comment