April 13, 2008

ev demek özgürlük demektir

Herkesin hayalidir bir gün “ev”lenmek. Ama bizim geleneklerimizde evlenmeden “ev”lenmek pek mümkün değildir. Önce her yeri bizimdir ailemizin evinin. Zaten küçücük olduğu için bedenlerimiz bir o kadar büyüktür o iki oda, bir salon evimiz; koştura koştura bitiremeyiz. Büyüdükçe, kendimizi keşfettikçe, diğerlerinden farklı olduğumuzu kavradıkça iyice odamıza çekiliriz, artık odamızdır evimiz. Büyümüştür bedenlerimiz bu arada ve büyük de olsa dar gelir bize bir kapı, bilemedin bir pencereli o dört duvar. Bazıları şanslıdır; üniversiteyi kazanır, ailesinden uzakta “ev”lenebilme ihtimalleri doğar; şanssız olanlar içinse ya yurttur yeni evleri ya akrabalardır, gidilen şehirdeki. Tabi azımsanmayacak kadar büyük bir grup içinse bir an önce evlenmektir “ev”lenebilmenin tek yolu.

Sanırım en fazla “ev”lenme hayali kuranlar da eşcinsellerdir. Çünkü ev demek özgürlük demektir. Özgürlük demek, eve istediğin zaman gelip istediğin zaman çıkabilmektir, ortalığı dağınık bırakabilmektir. Özgürlük televizyonda istediğin kanalı izleyebilmek, yüksek sesle müzik dinleyebilmektir. Özgürlük sabah biri tarafından uyandırılmamak, ders çalışıp çalışmadığının kontrol edilmemesi demektir.

Ben, son özgürlük tanımı hariç hepsine zaten sahiptim. Laf aramızda, o zamanlar son özgürlük tanımından da bihaberdim. Kimse sormazdı bana derslerimin nasıl gittiğini. Odamı toplamam da söylenmedi bana hiç; hiç odam olmadı çünkü… Her şeyin sesi hep yüksekti evde; ailenin diğer fertlerinin sesini bastırabilsin diye. Nereye gidiyorsun’u bırakın, kimse bana nerede kaldığımı bile sormadı. Kalabalık bir ailenin yalnız bireyleriydik hepimiz, herkesin kendi halinde olduğu ama kendi halinde olurken bile diğerlerini huzursuz etmekten kaçınmadığı, daimi bir iç savaş halinde olan bir ev. O yüzden tek bir nedenim vardı benim ev hayali kurmamın: Huzur… Çünkü benim evim, kendimi hiç ait hissetmediğim, nam-ı diğer “baba evi” bir an önce uzaklaşılması gereken saatli bir bombaydı. Aklım başıma gelir gelmez -şükür çok uzun sürmedi- terk ettiğim, terk etmekten hiç pişmanlık duymadığım bir evdi.

Ev arkadaşlarıyla da paylaştım evimi, sevgiliyle de, hatta uzun bir aradan sonra kısa bir süreliğine annem ve kardeşimle de… Ama çoğunlukla yalnızdım evimde. Üniversitede ev arkadaşlarıyla paylaşılan ev kelimenin tam anlamıyla bir karnaval yeriydi. Kimin girip kimin çıktığı belli olmayan, kalabalık akşam yemeklerine ev sahipliği yapan, kahkahaların havada uçuştuğu, sabahlara kadar oyunların oynandığı, yapılacak hiçbir şeyin olmadığı o küçücük şehirde, okuldan kalan zamanın neredeyse tamamının geçirildiği ve en güzeli, içinde kendime ait bir odanın olduğu bir evdi. Şimdi düşünürken bile gülümsetiyor beni o kalabalık ev hali. Ama sanırım yaşla tahammül arasında ters bir ilişki var. Çünkü yaşım yükseldikçe insanlara tahammül sınırım da düşüyor; tabi tahammül edilme sınırım da beraberinde. Kendimi evimde en mutlu hissettiğim anların, onunla baş başa geçirdiğim anlar olması da bu yüzden belki. Yalnızlığıma duyduğum sevginin günden güne artması da...

Benim evim… Tek bir kelimeyi karşılıyor benim sözlüğümde bugün: Huzur. Bırak içine girmeyi büyüdüğüm evin kapısından bile geçmemiş, hatta mahallede birkaç komşunun evinde olan şey sadece. Çocukluğumun özlemi...

Bazen kendimi eve koşturur buluyorum, hızlı hızlı açıyorum kilidi bir an önce atmak için kendimi içeri. Kapıyı kapatıp arkamda bıraktığımda üzerime üzerime yürüyen insanları, susmak bilmeyen korna seslerini, çığlık çığlığa koşturan çocukları, onlara hiçbir şey demeyen annelerini ve babalarını, sokak satıcılarının gürültüsünü, sokakta, metroda sağa sola yerleştirilmiş hoparlörlerden gelen avaz avaz ezan sesini, minibüste arkamda oturan sarhoş iki adamın yüksek sesli sohbetini, yüzümü dalayan soğuğu, koltuk altımı terletmesinden nefret ettiğim güneşi, minibüs kuyruklarını, toplanmamış çöplerin leş gibi kokusunu, serseri bakışları, tespih sallayan adamları, bokunda boncuk var sanan kendini beğenmiş insanları, her bir metrekaresinde solumak zorunda olduğum sigara dumanını evet en çok da sigara dumanını bıraktığım için arkamda, huzur buluyorum evimde.

Çok evcimen biri olduğum söylenemez aslında ama düşkünümdür yine de evime. Gecenin bir yarısı da olsa evime gideceğim ben diye tutturmam bu yüzden. En sevdiğim tatil yerinde bile özlememin nedeni de bu. Bu dünyada sadece bana ait ve en çok hükmümün geçeceği tek mekân evim. Sırf bu cümle bile yeterli aslında insanın evini sevmesi için. Obsesif görünmüş olabilirim ama konu evim olunca ama şu; sadece ben istediğimde bozulacak sessizlik huzur veriyor bana, tek istediğim şey bu, hayatta. Sanırım duygusal bir bağ var evimle aramda, ona iyi bakmam gerek bana huzur vermesi için. Ona iyi bakabilmek için de evde olmam gerek. Geç oldu artık benim eve gitmem gerek…

Ageizm

Ageism, çok kısa bir şekilde tanımlamak gerekirse, bir kişi ya da gruba karşı yaşından dolayı yapılan ayrımcılıktır. Kelime itibari ile yabancı olduğumuz ama birçok ayrımcılık türünde olduğu gibi anlamını bilmeden yaptığımız ayrımcılıklardan biri. Streotipler ve önyargılarımızdan kaynaklı, öğretilmiş/öğrenilmiş davranışların sebep olduğu ayrımcılık. Bu ayrımcılık, sırf genç oldukları için yetişkin olmayan bireylerin fikirlerini önemsiz görmek ya da sırf yaşlarından dolayı belli davranışları sergileyeceklerini varsaymaktan, yine yaşlı oldukları için üretime katılamayan insanları sosyal bir yük olarak görmek ve onları hem ekonomik hem sosyal hayattan dışlamaya kadar varabilen çok geniş bir yelpaze oluşturmakta. Her ikisi de günlük hayatımızda farkında olmadan oldukça sık yaptığımız eylemler.

Benim asıl değinmek istediğim yaşlılara karşı uygulanan ayrımcılık. Ülkemizde bir nebze de olsa kültürden gelen bir avantaja sahip olsalar da birçok yaşlı insan en yakın aile bireylerinden tutun da hiç tanımadığı, sokaktaki insandan gelebilen çeşitli davranışlara maruz kalabiliyor. Aslında insanın toplumla entegre olmaya en ihtiyaç duyduğu bir dönemde sosyal hayattan soyutlanmak, yok sayılmak daha da ötesi bakılmaya muhtaç ve ekonomi için yük varsayılmak, yaşlı insanları daha da yalnızlaştırmakta.

Biraz düşündüğümüzde günlük hayatımızda kullandığımız bir çok sözün bu ayrımcılığı desteklediğini, desteklemenin de ötesinde ürettiğini görürüz; “yaş yetmiş, iş bitmiş”, “çürüğe çıkmak”, “yaşından utanmıyorsan, ak saçından utan”, “artık köşende oturma zamanı” gibi bir çok deyim ve atasözü toplumdaki yaşlılara karşı olumsuz bakışı desteklemekte. Belki de sırf bu yüzden bir çok insanın kabusudur yaşlanmak. Tabii ülkemiz özelinde düşündüğümüzde ekonomik olarak zayıflamak da yaşlanmaktan korkmanın diğer bir nedeni. Ama zaten ekonomiyle sosyal yaşam birbiriyle çok ilintili kavramlar olduğu için genel olarak dışlanma korkusunu üretiyor insanda yaşlanma fikri.

Şimdi gelelim konunun asıl bizi ilgilendiren kısmına. Hem yaşlı olup hem de LGBT birey olmak.; ben dahil bir çok LGBT arkadaşımın korkulu rüyası yaşlanmak çünkü gayet iyi biliyoruz ki zaten homofobik bir toplumda görece daha güçsüz olmak yani yaşlı olmak ötekinin de ötekisi olma anlamı taşıyor. Sırf bu yüzden Avrupa ülkelerindeki LGBT örgütler yaşlı LGBT bireylerin yaşamlarını kolaylaştırmak, sosyal hayattan kopmamalarını sağlamak, cinsel yönelimlerinden dolayı ekstra ayrımcılığa uğramamalarını sağlamak için çeşitli çalışmalar yapıyorlar, hatta önceliklerinden biri haline gelmiş durumda. Ülkemizde diğer Avrupa ülkelerinden farklı bir durum var. LGBT hareketin genç olmasından kaynaklı olarak yaşlı LGBT bireylerin çok azı bu harekette kendilerini gösterme ve yer alma fırsatı bulabildiler ya da cesaret edebildiler. Ama genel olarak yaşlı LGBT bireylerin ne gibi sıkıntılar yaşadığı bilgisine çok net sahip değiliz. Ama bunu tahmin etmek aslında hiç de zor değil. En başta sosyal yaşamdan soyutlanmak, sosyal yaşama dahil olamamak var ki yukarıda da bahsettiğim gibi diğer insanlara en ihtiyaç duyulan bir dönemde yalnız kalmaya neden oluyor,i bu da zaten başlı başına büyük bir probleme tekabül ediyor.

Zaten bu yazıyı yazmama neden olan da bu sosyal dışlanmaya yakın bir zamanda şahit olmam. bir gey bar ve o gey barı dolduran bir sürü genç insan… diğer bir yanda da o genç insanların “amca” diye nitelendirdiği aslında o kadar çok görmeye alışık olmadığımız sayıda yaşça büyük insanlar… ve kendimin de dahil olduğu bir bar dolusu insanın onlar hakkındaki sözlerinden ve davranışlarımdan gözlemlediklerim… bu, sosyal dışlanmanın yaşanabileceği ortamlardan sadece biri. İşin komik yanı o insanların o bara gelmelerini “medeni cesaret” olarak bile görebilmemiz. Oysaki yaşlılık hayattan el ayağın çekilmesini gerektirmiyor, kendini eve kapatmayı ya da yeni insanlarla tanışmamayı gerektirmiyor.

Birçok insan için yaşlanınca huzurevine gitmek çözüm olabiliyorken LGBT bireyler bunun için iki kez düşünmek zorunda hissedebiliyorlar. Çünkü gittikleri huzurevinde gerek arkadaşları gerekse huzurevinde onlara bakmakla sorumlu kişilerin sırf cinsel yönelimlerinden dolayı kendilerine farklı muamele yapabileceklerini hatta yalnız kalabileceklerini düşünebiliyorlar. Avrupa’da yapılan araştırmalar da gösteriyor ki yaşlılık dönemine kadar açık olarak yaşayan bazı LGBT bireyler yaşlı bakım evlerine gittiklerinde tekrar kendilerini gizleme gereği duyabiliyorlar.

Aslında yapmamız gereken biraz empati kurmak çünkü yaşlılık biyolojik bir süreç ve herkesin bir gün gelip yaşayacağı bir dönem. Belki bizim de LGBT bireylerin yaşlılıklarında yaşadıkları ekstra sıkıntılar, zorluklar hakkında bir araştırma yapmaya başlama ve bunları çözmek için şimdiden gerekli adımları atma zamanımız gelmiştir.

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Paylaş