Herkesin hayalidir bir gün “ev”lenmek. Ama bizim geleneklerimizde evlenmeden “ev”lenmek pek mümkün değildir. Önce her yeri bizimdir ailemizin evinin. Zaten küçücük olduğu için bedenlerimiz bir o kadar büyüktür o iki oda, bir salon evimiz; koştura koştura bitiremeyiz. Büyüdükçe, kendimizi keşfettikçe, diğerlerinden farklı olduğumuzu kavradıkça iyice odamıza çekiliriz, artık odamızdır evimiz. Büyümüştür bedenlerimiz bu arada ve büyük de olsa dar gelir bize bir kapı, bilemedin bir pencereli o dört duvar. Bazıları şanslıdır; üniversiteyi kazanır, ailesinden uzakta “ev”lenebilme ihtimalleri doğar; şanssız olanlar içinse ya yurttur yeni evleri ya akrabalardır, gidilen şehirdeki. Tabi azımsanmayacak kadar büyük bir grup içinse bir an önce evlenmektir “ev”lenebilmenin tek yolu.
Sanırım en fazla “ev”lenme hayali kuranlar da eşcinsellerdir. Çünkü ev demek özgürlük demektir. Özgürlük demek, eve istediğin zaman gelip istediğin zaman çıkabilmektir, ortalığı dağınık bırakabilmektir. Özgürlük televizyonda istediğin kanalı izleyebilmek, yüksek sesle müzik dinleyebilmektir. Özgürlük sabah biri tarafından uyandırılmamak, ders çalışıp çalışmadığının kontrol edilmemesi demektir.
Ben, son özgürlük tanımı hariç hepsine zaten sahiptim. Laf aramızda, o zamanlar son özgürlük tanımından da bihaberdim. Kimse sormazdı bana derslerimin nasıl gittiğini. Odamı toplamam da söylenmedi bana hiç; hiç odam olmadı çünkü… Her şeyin sesi hep yüksekti evde; ailenin diğer fertlerinin sesini bastırabilsin diye. Nereye gidiyorsun’u bırakın, kimse bana nerede kaldığımı bile sormadı. Kalabalık bir ailenin yalnız bireyleriydik hepimiz, herkesin kendi halinde olduğu ama kendi halinde olurken bile diğerlerini huzursuz etmekten kaçınmadığı, daimi bir iç savaş halinde olan bir ev. O yüzden tek bir nedenim vardı benim ev hayali kurmamın: Huzur… Çünkü benim evim, kendimi hiç ait hissetmediğim, nam-ı diğer “baba evi” bir an önce uzaklaşılması gereken saatli bir bombaydı. Aklım başıma gelir gelmez -şükür çok uzun sürmedi- terk ettiğim, terk etmekten hiç pişmanlık duymadığım bir evdi.
Ev arkadaşlarıyla da paylaştım evimi, sevgiliyle de, hatta uzun bir aradan sonra kısa bir süreliğine annem ve kardeşimle de… Ama çoğunlukla yalnızdım evimde. Üniversitede ev arkadaşlarıyla paylaşılan ev kelimenin tam anlamıyla bir karnaval yeriydi. Kimin girip kimin çıktığı belli olmayan, kalabalık akşam yemeklerine ev sahipliği yapan, kahkahaların havada uçuştuğu, sabahlara kadar oyunların oynandığı, yapılacak hiçbir şeyin olmadığı o küçücük şehirde, okuldan kalan zamanın neredeyse tamamının geçirildiği ve en güzeli, içinde kendime ait bir odanın olduğu bir evdi. Şimdi düşünürken bile gülümsetiyor beni o kalabalık ev hali. Ama sanırım yaşla tahammül arasında ters bir ilişki var. Çünkü yaşım yükseldikçe insanlara tahammül sınırım da düşüyor; tabi tahammül edilme sınırım da beraberinde. Kendimi evimde en mutlu hissettiğim anların, onunla baş başa geçirdiğim anlar olması da bu yüzden belki. Yalnızlığıma duyduğum sevginin günden güne artması da...
Benim evim… Tek bir kelimeyi karşılıyor benim sözlüğümde bugün: Huzur. Bırak içine girmeyi büyüdüğüm evin kapısından bile geçmemiş, hatta mahallede birkaç komşunun evinde olan şey sadece. Çocukluğumun özlemi...
Bazen kendimi eve koşturur buluyorum, hızlı hızlı açıyorum kilidi bir an önce atmak için kendimi içeri. Kapıyı kapatıp arkamda bıraktığımda üzerime üzerime yürüyen insanları, susmak bilmeyen korna seslerini, çığlık çığlığa koşturan çocukları, onlara hiçbir şey demeyen annelerini ve babalarını, sokak satıcılarının gürültüsünü, sokakta, metroda sağa sola yerleştirilmiş hoparlörlerden gelen avaz avaz ezan sesini, minibüste arkamda oturan sarhoş iki adamın yüksek sesli sohbetini, yüzümü dalayan soğuğu, koltuk altımı terletmesinden nefret ettiğim güneşi, minibüs kuyruklarını, toplanmamış çöplerin leş gibi kokusunu, serseri bakışları, tespih sallayan adamları, bokunda boncuk var sanan kendini beğenmiş insanları, her bir metrekaresinde solumak zorunda olduğum sigara dumanını evet en çok da sigara dumanını bıraktığım için arkamda, huzur buluyorum evimde.
Çok evcimen biri olduğum söylenemez aslında ama düşkünümdür yine de evime. Gecenin bir yarısı da olsa evime gideceğim ben diye tutturmam bu yüzden. En sevdiğim tatil yerinde bile özlememin nedeni de bu. Bu dünyada sadece bana ait ve en çok hükmümün geçeceği tek mekân evim. Sırf bu cümle bile yeterli aslında insanın evini sevmesi için. Obsesif görünmüş olabilirim ama konu evim olunca ama şu; sadece ben istediğimde bozulacak sessizlik huzur veriyor bana, tek istediğim şey bu, hayatta. Sanırım duygusal bir bağ var evimle aramda, ona iyi bakmam gerek bana huzur vermesi için. Ona iyi bakabilmek için de evde olmam gerek. Geç oldu artık benim eve gitmem gerek…
Sanırım en fazla “ev”lenme hayali kuranlar da eşcinsellerdir. Çünkü ev demek özgürlük demektir. Özgürlük demek, eve istediğin zaman gelip istediğin zaman çıkabilmektir, ortalığı dağınık bırakabilmektir. Özgürlük televizyonda istediğin kanalı izleyebilmek, yüksek sesle müzik dinleyebilmektir. Özgürlük sabah biri tarafından uyandırılmamak, ders çalışıp çalışmadığının kontrol edilmemesi demektir.
Ben, son özgürlük tanımı hariç hepsine zaten sahiptim. Laf aramızda, o zamanlar son özgürlük tanımından da bihaberdim. Kimse sormazdı bana derslerimin nasıl gittiğini. Odamı toplamam da söylenmedi bana hiç; hiç odam olmadı çünkü… Her şeyin sesi hep yüksekti evde; ailenin diğer fertlerinin sesini bastırabilsin diye. Nereye gidiyorsun’u bırakın, kimse bana nerede kaldığımı bile sormadı. Kalabalık bir ailenin yalnız bireyleriydik hepimiz, herkesin kendi halinde olduğu ama kendi halinde olurken bile diğerlerini huzursuz etmekten kaçınmadığı, daimi bir iç savaş halinde olan bir ev. O yüzden tek bir nedenim vardı benim ev hayali kurmamın: Huzur… Çünkü benim evim, kendimi hiç ait hissetmediğim, nam-ı diğer “baba evi” bir an önce uzaklaşılması gereken saatli bir bombaydı. Aklım başıma gelir gelmez -şükür çok uzun sürmedi- terk ettiğim, terk etmekten hiç pişmanlık duymadığım bir evdi.
Ev arkadaşlarıyla da paylaştım evimi, sevgiliyle de, hatta uzun bir aradan sonra kısa bir süreliğine annem ve kardeşimle de… Ama çoğunlukla yalnızdım evimde. Üniversitede ev arkadaşlarıyla paylaşılan ev kelimenin tam anlamıyla bir karnaval yeriydi. Kimin girip kimin çıktığı belli olmayan, kalabalık akşam yemeklerine ev sahipliği yapan, kahkahaların havada uçuştuğu, sabahlara kadar oyunların oynandığı, yapılacak hiçbir şeyin olmadığı o küçücük şehirde, okuldan kalan zamanın neredeyse tamamının geçirildiği ve en güzeli, içinde kendime ait bir odanın olduğu bir evdi. Şimdi düşünürken bile gülümsetiyor beni o kalabalık ev hali. Ama sanırım yaşla tahammül arasında ters bir ilişki var. Çünkü yaşım yükseldikçe insanlara tahammül sınırım da düşüyor; tabi tahammül edilme sınırım da beraberinde. Kendimi evimde en mutlu hissettiğim anların, onunla baş başa geçirdiğim anlar olması da bu yüzden belki. Yalnızlığıma duyduğum sevginin günden güne artması da...
Benim evim… Tek bir kelimeyi karşılıyor benim sözlüğümde bugün: Huzur. Bırak içine girmeyi büyüdüğüm evin kapısından bile geçmemiş, hatta mahallede birkaç komşunun evinde olan şey sadece. Çocukluğumun özlemi...
Bazen kendimi eve koşturur buluyorum, hızlı hızlı açıyorum kilidi bir an önce atmak için kendimi içeri. Kapıyı kapatıp arkamda bıraktığımda üzerime üzerime yürüyen insanları, susmak bilmeyen korna seslerini, çığlık çığlığa koşturan çocukları, onlara hiçbir şey demeyen annelerini ve babalarını, sokak satıcılarının gürültüsünü, sokakta, metroda sağa sola yerleştirilmiş hoparlörlerden gelen avaz avaz ezan sesini, minibüste arkamda oturan sarhoş iki adamın yüksek sesli sohbetini, yüzümü dalayan soğuğu, koltuk altımı terletmesinden nefret ettiğim güneşi, minibüs kuyruklarını, toplanmamış çöplerin leş gibi kokusunu, serseri bakışları, tespih sallayan adamları, bokunda boncuk var sanan kendini beğenmiş insanları, her bir metrekaresinde solumak zorunda olduğum sigara dumanını evet en çok da sigara dumanını bıraktığım için arkamda, huzur buluyorum evimde.
Çok evcimen biri olduğum söylenemez aslında ama düşkünümdür yine de evime. Gecenin bir yarısı da olsa evime gideceğim ben diye tutturmam bu yüzden. En sevdiğim tatil yerinde bile özlememin nedeni de bu. Bu dünyada sadece bana ait ve en çok hükmümün geçeceği tek mekân evim. Sırf bu cümle bile yeterli aslında insanın evini sevmesi için. Obsesif görünmüş olabilirim ama konu evim olunca ama şu; sadece ben istediğimde bozulacak sessizlik huzur veriyor bana, tek istediğim şey bu, hayatta. Sanırım duygusal bir bağ var evimle aramda, ona iyi bakmam gerek bana huzur vermesi için. Ona iyi bakabilmek için de evde olmam gerek. Geç oldu artık benim eve gitmem gerek…