Öyle bir zamanda
yaşıyoruz ki, yanlış sollama yapan sürücüye korna çaldığınız için dövülmeniz,
ailenizdeki erkeklerden habersiz çarşıya çıktığınız için güpe gündüz sokak ortasında
bıçaklanmanız ya da birisine sadece ama sadece baktığınız için öldürülmeniz
işten bile değil. Şiddet o kadar yakınımızda ki çoğu zaman gündelik hayatın
içinde bizi teğet geçtiğinin farkında bile olmuyoruz. Aslında şiddetle
karşılaşmak için yanlış bir şey yapmanıza da gerek yok, yanlış zamanda, yanlış
yerde ve yanlış kişiyle karşılaşmış olmanız yeterli. Gece eğlenmek için dışarıya çıkmak
da bu yanlışların en çok bir arada bulunduğu bir ortama adım atmak demektir.
Evet, Türkiye’de
dışarıya çıkmak tehlikelidir. Hele de yanınızda onların tabiriyle bir “bayan”
yoksa tüm mekanların kapıları size kapalı olacağı gibi, o mekanların
işletmecilerinin ve onların mekanın sükunetini sağlamak üzere istihdam
ettikleri görevlilerin gözünde bir erkek olarak tehlikesinizdir ve en ufak bir
hareketiniz, göz ucuyla da olsa bir bakışınız ya da misal onların gözünde
falsolu yürüyüşünüz sonucu her an tartaklanabilir, dövülebilir, hastanelik
edilebilir ve hatta öldürülebilirsiniz. Özellikle gece şiddete uğramak işte bu
kadar kolaydır, çaba sarf etmeniz gerekmez. Yanınızda bir kadınla gittiğinizde
kapıları ardına kadar açılarak buyur edildiğiniz bir mekana yalnız ya da bir
kaç erkekten oluşan bir grupla girmek istediğinizde o mekanlar ve “bayan”ların
o koruyucu melekleri(!) için birer “sap”a dönüşürsünüz ve herkesi kendisi gibi
sanan –ayrıca heteroseksist- zihniyetlerin ürünü olan “damsız girilmez” ya da İzmir
tabiriyle “bayansız girilmez” cümlelerinin
yalnızca “-sız” kısmısınızdır ve “-sız bir sap olmak” gece hayatında çok
zordur. Pislik muamelesi görürsünüz, mekanların kapısından geçerken bile
tehditkar bakışlarla ezilmeye çalışılırsınız, gecenin tadı bozulmasın diye
uzaklaştırılması gereken gecenin ucubeleri, yapışkan sineklersinizdir. Hele de
böyle bir gecede bir mekana girmeyi arzular ve sizi içeriye sokmayan kapı
korumalarının önünde boynunuzu eğip yolunuza giderken kendi kendinize
söylenirseniz, işte o an bittiğiniz andır. Onlar sizden belki güçlü olmasalar bile
kendilerine mekanı koruma şerefi verildiği için sizden daha erkektirler ve
erkekliklerini sizin üzerinizde sergilemekten hiç çekinmezler.
Bunları nereden
mi biliyorum? Bunca yıldır gazetelerden okuduklarımdan, çevreden
duyduklarımdan, gözümle şahit olduklarımdan… Ama en çok da yakın bir zamanda
bunu bizzat deneyimlediğimden dolayı biliyorum. Türkiye’nin en modern ve en
medeni şehri olarak lanse edilen ve içinde yaşayanların buna can-ı gönülden
inandığı bir şehirde üstelik, İzmir’de. Çok ironik bir şekilde hani girişindeki
taklarda “Sokakta hayat var” sloganının yazılı olduğu sokaklardan birinde. Sıradan
bir barın kapısının önündeki boş masalardan birisine oturma talebimiz “bayansız
oturamazsınız!” diyerek geri çevrilince yoluma giderken “Bayan bayan! Bir yere
oturamayacak mıyız biz?” diye söylendiğim için. Gecenin erilliği, mekanların erkek
egemen iktidarı ve kapıdaki görevlinin erkek zihninin şiddete ne kadar meyilli
olduğu bilgilerini bir an olsun aklımdan çıkarıp söylendiğim için. Sonuç, hastane,
karakol, dudağıma atılan dikişler, kafamdaki şişlikler, yüzümde ve sırtımda bir
“erkeğin” ayakkabısının bıraktığı morluklar ve yaşadığım travma. Sokakta hayat mı var? Güldürmeyin!
Sonra düşündüm
günlerce. Bir insan başka bir insanın kafasını çöp torbası tekmeler gibi nasıl
tekmeler diye. Bunun nasıl bir kin, nasıl bir nefret, nasıl bir düşmanlık
olabileceğini düşündüm. Sussaydım keşke dedim onlarca, yüzlerce kez kendime.
Sussaydım başıma bu gelmezdi. Gelmez miydi? O gece belki gelmezdi ama başka bir
gün ya da gece, ağzımı hiç açmasam bile, bir bakışım, yürüyüşüm, giydiğim şort
ya da kulağımdaki küpe başıma böyle bir şeyin gelmesi için yeterli olabilirdi. Çünkü neden ben ya da bendeki bir şey değil, şiddetin nedeni yok, haklı bir tarafı da. İnsanın
uğradığı şiddete neden arayıp kendinde bir hata bulmaya çalışması da sanırım
şiddeti bir şekilde içselleştirdiğimizin kanıtı. Çocukken yaptığımız
yaramazlıklar sonucu annemizden yediğimiz terliğe, babamızdan yediğimiz köteğe,
ders sırasında konuştuğumuz için öğretmenimizin tırnaklarını kulak mememize
geçirmesine ya da ne bileyim parmaklarımızın ucuna cetvelle vurulmasına öyle
alışmışız ve onları hep yaptığımız kötü bir şeyle o kadar bağlantılandırılmış
ki büyüyünce de kurtulamıyoruz kolay kolay etkisinden. İşte ben de bir süre yanlış
ne yaptım dedim kendi kendime. Oysa ki yaptığım yanlış bir şey yoktu. Cinsiyetimden dolayı uğradığım ayrımcılığı
küçücük isyan ettim sadece. Daha önce de etmiştim, bunca zaman karşılaşmamış
olmamsa sadece yanlış yerde, yanlış zamanda ve yanlış kişiyle karşılaşmadığımın
bir göstergesi sanırım. Çünkü bu erkekler her zaman ve her yerdeler; evlerde,
iş yerlerinde, okullarda, sokaklarda. Özellikle de geceleri şehrin sokaklarında
dolaşıyorlar ve şanslıysak yanımızdan sadece geçip gidiyorlar. Şiddete maruz
kalmak kötü bir piyango gibi, bana çıkacağını hiç ummadığım bir piyango. Bu
piyangonun bana çıkmasında cinsel yönelimimin de bir payı var mı bilmiyorum.
Onu da düşündüm. Olayın örüntüsü içinde homofobiye dair bir çıkarım yapmak
zorlama olabilir ama erkek aklının neyi “ibne” bulup, ona nefretini kusacağını
kestirmek güç olduğundan dolayı kesin olarak da homofobi yok diyemiyorum. Ne de
olsa bu da şiddete uğramanın başlıca nedenlerinden ya da daha doğru bir tabirle
nedensizliklerinden biri.
Uzun lafın
kısası, zaten bildiğim ve hali hazırda tedirgin olduğum bir şey zihnimin bir
köşesindeki yerini sağlamlaştırdı: Dışarıya çıkmak biraz da şiddete maruz kalma
ihtimalini göze almaktır.
No comments:
Post a Comment