July 16, 2010

Neye niyet neye kısmet - Doğu’nun Paris’i Beyrut!

Gayet neşeli ve heyecanlı Beyrut yolculuğumuz Suriye - Lübnan sınır kapısına varınca can sıkıcı bir hale dönüştü. Çünkü inanılmaz bir araç ve insan kalabalığı hiç de düzenli olmayan bir şekilde tabiri caizse üst üste sınırı geçmeye çalışıyordu. Üstüne üstlük şöförümüzün sınırdaki Suriye polisiyle anlayamadığımız bir nedenden dolayı kavga etmesi işimizi yavaşlatmıştı. Güçlükle Suriye sınır kapısından çıkıp Lübnan’a giriş kapısına geldiğimizde durum daha da vahimleşti. Pasaport onaylatma sırası sıra değil bir et yığınıydı. O sıcakta, yapış yapış olmuş ve buram buram ter kokan insanların arasında beklemek zorundaydık ki şöförümüz Bilal yetişti imdadımıza ve pasaportlarımızı alıp ilgilenmeye başladı. Bize de deniz kıyısında olan bu sınır kapısında gün batımını fotoğraflamak kaldı. Bir de kara kara düşünüyorduk, giriş kapısı böyleyse bu ülkenin şehirleri nasıldır kim bilir diye. (Çok geçmeden yanıldığımızı anlayacaktık.) Böylece sınırda 3 saatten fazla kaybettik. Hava kararmaya başladığında ancak giriş yapabilmiştik Lübnan’a. Sınırı geçtikten birkaç kilometre ötede yine bir bakkalda durduk. Falafel ile karnımızı doyurduk ve bir karton sigara aldık Bahadır’a. Bir karton Winston’u 12 dolara… Orada bir kısım doları da Lübnan parasına çevirdik. Böylece cebimdeki dolar, Suri, ve TL’ye bir de Lübnan Lirası eklendi. Bu arada Lazkiye’de ortak bir kasa yapmaya ve her türlü kişisel olmayan harcamaları bu ortak kasadan yapmaya karar vermiştik.  O yüzden her türlü para birimi vardı cebimde harcanmak üzere bekleyen ve bir günde Beyrut’ta su gibi akmayı…

Lübnan’a girdikten sonra Trablusşam diye bildiğimiz Tripoli’ye girdik ilk önce. bizi klasik bir Akdeniz şehri karşıladı. Sınırda çizilen Lübnan ile alakasız bir şehirdi binalarıyla, yollarıyla... Dikkatimizi çeken Lübnan’da her şehrin girişindeki ve çıkışında asker kontrol noktalarıydı. Elleri silahlı, kum çuvalları ile yapılmış barikatların yanından geçerken yavaşlamak zorunda kalan araçların yarattığı bir trafik sıkışıklığı ile ilerlemeye başladık. Herhangi bir asker bizi durdurmadı ama onların yanına gelip yavaşlamamız ve kafalarını aracın camına doğru uzatıp içeri doğru bakmaları bile insanı tedirgin etmeye yetti. Beyrut’a yaklaştıkça trafik de arttı. Son 60 km neredeyse 2 saat sürdü. Daha sonra öğrenecektik ki pazar akşamı olmasından kaynaklıydı bu trafik. Zaman geçmek bilmedikçe bizim yorgunluğumuz arttı, taksinin kısa aralıklarla durup kalkması da hem midemizi alt üst etti hem de strese soktu bizi. Beyrut’a yaklaştıkça casino ve striptiz club sayısı arttı yol kenarında ve tabi ki devasa reklam panoları. Bir an için Amerika’da sandım kendimi ki sonrasında da gayet Amerika gibi göründü bana çünkü dolarla dondurma bile alınabiliyor bu şehirde.

Beyrut’a vardık ve şehrin hemen dışında taksimiz durdu çünkü Suriye plakası olduğu için şehir merkezine girişi yasakmış. Bilal bize bir Beyrut taksisi buldu ve biz bir taksiden diğerine (daha lüks olanına) transfer olduk. Veeee sürpriz! Yeni taksi şöförü, Nadir, gayet akıcı bir ingilizce konuşuyordu. Hepimizin tek tek öpesi geldi bu adamı ve birazcıkda olsa yüzümüz güldü ve de çenemiz düştü. Taksici 3 yıldızlı otellerin tümünün dolu olduğunu söylemesi ile de gülen yüzümüz bir anda düştü. Ancak yine de gittik 3 yıldızlı otellere, taksici haklıydı, oteller doluydu. Neden rezervasyon yapmadığımızı düşünüp hayıflanarak 4 yıldızlı otelleri dolaşmaya başladık ama onlar da doluydu. Sonra ilk başlarda gittiğimiz ama bize fahiş geldiği için es geçtiğimiz otele geri döndük. O sahildeydi en azından ve vereceksek bu kadar para sahilde kalırız diye düşündük ve biraz indirim yapmak umuduyla gittik otele. Nuh deyip peygamber demeyen resepsiyonisti şöförümüz ikna etti ve 2 gece kalmak kaydıyla biraz indirim yaptırdı ama biz  daha o an biliyorduk ki bir gece daha kalmayacaktık burada. Zaten şehir merkezinde yükselen lüks binalar en başta kırmıştı şevkimizi ama yine de ertesi gün eski Beyrut’u bulacağımıza dair bir umutla girdik o pahalı otele. hiç sormayın ne verdik diye. Sadece tüm şevkimizi kırdığını ve ayırdığımız bütçenin nerdeyse 1/4 ünü cebimizden götürdüğünü söyleyeyim. Sıra taksi şöförüne ödeme yapmaya geldi, ona da 25 dolar ödedik ve kendimizi bir güzel söğüşlenmiş hissederek odalarımıza çıktık.

Saat 12 olmuştu bile. Çantalarımızı bırakıp kendimizi dışarıya attık. Barcelona’yı aratmayan bir sahilde yürüdük usul usul, söylene söylene kendimize, asılmış suratlarımızla... Sadece otele çok para ödememiz değildi bizi hayal kırıklığına uğratan, yürüdüğümüz sahil, yanımızdan vızır vızır geçen son model taksiler ve özel araçlar, cam binalar, düzgün yollar, cıstak cıstak müzik çalan araçlarının önündeki kaldırımda sohbet eden ciks tipler, bangır bangır müzik çalan sahildeki lüks disko ve daha bir sürü şeydi hayal kırıklığı yaşatan bize. Bu muydu dillerden düşmeyen Beyrut? Anladık işte o an neden Beyrut’a Ortadoğu’un Paris’i yakıştırması yapıldığını. Ama bu Paris bizim görmeyi düşlediğimiz şehir değildi. Biraz yürüdükten sonra bir taksiye atlatık tekrar ve yemek yemek için en yakın yere gittik. Dürüm tarzı birşeyler atıştırıp düşmüş suratlarımızla dondurm almak üzere yol üzerinde gördüğümüz dükkana yürüdük. Otelimize döndüğümüzde saat 2 olmuştu ve ertesi gün birazcık uyumaya karar verdik çünkü plaja gitme hevesimiz kalmamıştı ve resepsiyonistin dediğine göre gitmeye değer plajlar araçla 20 dakika uzaktaydı. Tek istediğimiz eski Beyrut’u görmekti ve de o meşhur teleferiği kullanarak tepeye çıkıp Beyrut’ u izlemek ve sonra da terketmek bu şehri...
Ertesi gün uyandık ve ilk hedefimiz Serap’ın ayaklarını vuran terlikten kurtulmak ve düzgün bir ayakkabı almak için bir dükkan bulmaktı. Lazkiye’de başlayan ayakkabı maceramız devam ediyordu. Taksiye atladık, alışveriş dedik ve kendimizi lüks bir alış veriş merkezinde bulduk. Serap’a ayakkabı aldık ve iyiden iyice artan sıcağın ve aşırı nemin verdiği bezginlikle teleferiğe çıkmaya karar verdik hemen. Bir taksi bizi 25 dolara götürebileceğini söyledi, biz de “bu ne beee” diyerek reddettik teklifi. O sırada geçen bir minibüse takıldı Serap’ın gözü ve soralım gidiyor mu diye dedi. Sorduk, o gitmiyordu ama bizi oraya giden minibüslerin kalktığı yerden geçtiğini söyledi. Böylece taksi sefamızdan vazgeçip halka karıştık ve minibüse bindik. Hem de 6 TL ödedik 4 kişi. Yine 6 TL ödeyerek bizi teleferiğe götürecek minibüse bindik. Sitcomlardaki abartılı minibüs şöförü tiplemesinin gerçeğiydi bu şöför ve izlemeye başladık. O sırada bir gece önceki taksiciye ulaşmaya çalışıyorduk telefonla çünkü bize taksi ayarlayabileceğini söylemişti Şam’a gitmek için. Üstelik bize ne kadar ödediniz Lazkiye’den buraya dediğinde Bahadır ve ben aynı anda 4 bin demiştik ve o da tamam o paraya götürecek birini bulurum ben demişti ve telefon numarasını vermişti. Oysa 5 bin ödeyerek gelmiştik ve kazıklanmamak için ilk adımımızı aynı anda atmıştık Bahadırla 4 bin diyerek. Hazır minibüs bekliyorken yolun karşısında gördüğümüz telefon açabileceğimiz yere gittik ama oradan açamadık telefonlarla ilgilenen kişi yok diye. Şansımıza oradaki kişi türkçe bilen biriydi ve bize telefonunu kullandırttı. Ulaştık Nadir’e ve akşam 5 te bizi almasını söyledik otelden. Kaçacaktık bu şehirden arkamıza bakmadan. Geri döndükten hemen sonra minibüste hareket etti ve şoförün işaret parmağının tamamını nasıl burnuna sokabildiğini izledik hep beraber şaşkınlıkla! yine trafik vardı ve yine uzun sürdü teleferiğe varmamız.

Sonunda hedefimize vardık ancak bu seferde bir 20 dakika beklememiz gerekti gişenin açılması için. Bu arada Beyrut’ta Fransızca konuşan da çok insan var ama neredeyse herkes ingilizce konuşuyor. 4 kişi için 6 tl ödeyerek teleferik biletlerimizi aldık. Biz gözlerimizi dört açıp manzarayı izlerken ve fotoğraf çekerken Bahadır gözlerini kapatmayı tercih etti yükseklikten ötürü. Teleferik ile vardığımız tepe hafif sisliydi ve çok net görülmüyordu aşağısı. Oldukça yüksek bir tepe olmasına rağmen hava tahmin ettiğimiz kadar serin değildi. çıktığımız noktadan tekrar binilen bir finüküler ile 4 tane kilisenin olduğu ana tepeye çıkılıyordu. Yukarıya çıktık ve bizi ellerini açarak şehri kucaklayan Meryem Ana heykeli karşıladı tüm haşmetiyle. Bir de büyük ve modern bir yapı vardı henüz tamamlanmamış ne olduğunu bilemediğimiz bilmek için de çaba sarf etmediğimiz. Küçük bir şapelin üzerinde duran Meryem Ana heykeline Şapel’in etrafını dolanan bir merdivenle çıktık. Eteklerine kadar çıkılabiliyor heykelin ve orada insanlar dua ediyordu. Bu noktadan tüm şehir ve orman ayaklarımızın altında ve çok güzel bir manzarası var. Orada Beyrut’ta olmanın tadını almaya başladık biz de zaten. Hava biraz daha açık olsaydı daha net bir manzara olabilirdi ama bir yandan da o kavurucu güneşin olmaması bizim orada biraz daha fazla zaman geçirmemizi sağladı. Heykelin orada rastladığımız Türkiyeli bir grubun bizi aşağıya bırakma davetini geri çevirdikten sonra bir şeyler yemek üzere restoran bölümüne geçtik teleferiğin ve tıka basa Burger King yedik, serotonin hormanlarımızı arttırdık ve yüzümüz güldü manzara eşliğinde. (çıkılsın mutlaka)

Aşağıya indikten sonra gelirken gördüğümüz deniz kenerındaki bir cafeye gittik, kahvelerimizi yudumlarken keyifli fotoğraflar çekildik. Oradan çıkıp yine minibüse atladık ve Beyrut merkeze doğru yola çıktık. Beyrut’a girdikten sonra gördüğümüz sarı binalar eski Beyrut’u bulduğumuzu düşündürdü bize ve alelacele inip minbüsten koşturmaya başladık bu sarı binalara doğru. Çölde serap görmüş bedeviler gibi biz yaklaştıkça kayboldu o eski Beyrut havası. Burası turistler için yaratılmış güvenli bölgelerden biriydi ve bu alana giren her bir yol askerler ve onların barikatları ile korunuyordu. Ancak yine de o eski görünümlü sarı binaların ve sokakların keyfini çıkardık. Burası Down Town dedikleri yerdi ve tamamiyla turistik bir bölgeydi ama olsundu biz o sokaklarda dolaşırken mutluyduk Şehirden ayrılmamıza bir saat kala. 
Beyrut’tan ayrılırken yine de aklımızın bir köşesinde hayalimizdeki Beyrut’un var olduğu ama bizim onu bulamadığımız fikri yatıyordu. Bir daha tekrar gitmek üzere karar aldık Beyrut’a daha planlı ve önceden rezervasyonlu tabi ki... Kime sorduysak Eski Beyrut nerede diye herkesten yok, yıktık yeni binalar yaptık cevabını aldık. Kimbilir belki de silmek istediler savaşın tüm izlerini kendilerini rahatlatmak unutmak için kötü günleri. Ama yine de bir mahalle de olsa kalmış olmalı bir yerlerde Eski Beyrut...
Biz farklı bir beklentiyle gittiğimiz için böyle negatif Beyrut ile ilgili düşüncelerim ama şehir aslında gayet düzgün ve temiz. ben lüks cafelerde oturayım, markalardan alışveriş yapayım diyenler için halen bir cennet olabilir Beyrut. Eh ne de olsa Orta Doğu’nun Paris’i, değil mi?
Temenni: Şam’da her şey daha güzel olacak...


çıkardığım dersler:  
Pazar akşamı Suriye’den Beyrut’a gitmeye kalkma! dur kalk yapmaktan kusarsın mazallah!
Gitmeden önce mutlaka rezervasyon yaptır bir otelde yoksa kazığı yersin bizim gibi, kaçar keyfin!
Suriye’de prensesler gibi hissettiren taksi konforundan vazgeç bir süreliğine Lübnan’da! (tabi bütçen kısıtlıysa)
Taksi işareti olmayan bir araç “service” derse ve makul bir rakam söylerse onun kişi başı mı olduğunu sor!
Sahilde araçlarında son ses açtıkları müzik eşliğinde kaldırımda nargile tüttürenlerde mantık arama! orası öyle işte!
Otelde kazık yediysen küveti doldur gir içine! (rahatlatıyor)




1. Bölüm Antakya'dan çıktık yola LAzkiye'de verdik mola
3. Bölüm Bundan iyisi Şam'da Kayısı
4. Bölüm Şam'dan Halep'e yolculuk - Hama'ya selam
5. Bölüm Çıkıştan önceki son durak - Halep

No comments:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Paylaş