July 14, 2010

Antakya’dan çıktık yola Lazkiye’de verdik mola

Ne zamandır aklımdaydı Suriye’yi ve Lübnan’ı görmek ama Avrupa sevdasından bir türlü fırsat gelmemişti oralara gitmeye. Yine bir Avrupa ülkesi olan Hırvatistan’a gitmek üzere yaptığımız plan, turun iptal olması ile suya düştü ve biz de başladık düşünmeye başka nerelere gidebiliriz vize derdine düşmeden diye. Birkaç ay önce bize vize uygulamasını kaldıran Suriye ve Lübnan geldi aklımıza. Tarihi belirsiz bir gezi böylece gitmemize neredeyse bir hafta kala net bir tarihe kavuşmuş oldu. Serap ile yaptığımız uzun telefon konuşmaları ve internet araştırmaları sonucu güzergah belirledik kendimize ama yola çıkmaya iki gün kala bir de alternatif güzergah belirledik. Ya Cilvegözü sınır kapısından girecektik Suriye’ye ve gezimiz Halep’de başlayacaktı ya da Yayladağ sınır kapısından girip Lazkiye’den. Bunun kararını da Antakya’da buluşacağımız güne bıraktık. Bir de halen kendi arabamızla mı yoksa toplu taşıma aracıyla gideceğimize de karar vermemiştik. Yaptığımız araştırma araçla geçebilmek için triptik denilen bir belge ve uluslar arası sürücü belgesi yerine geçen bir belge almak zorunda olduğumuzdu ve bunun da maliyetli olacağını gösteriyordu.

2 Temmuz Cuma akşamı Adana’ya doğru yola çıktım. Saat 3 civarı mola verdiğimde Bahadır Adana’ya uçmak üzere havaalanına gitmek üzere evden çıkmış, Serap da yaklaşık 7 saat sürecek yolculuğuna başlamıştı Tokat’tan. Hepimiz gecenin üçünde farklı yollardan hedefe doğru ilerleyen kırmızı noktalar gibiydik harita üzerinde. Cumartesi günü saat 2 civarı Hatay’daydık 4 kişi. Yolda arabayla gitmemeye karar vermiştik. O yüzden Hatay’da arabayı kapalı bir otoparka bırakıp, çantalarımızı sırtlandık ve yaklaşık 300 metre kadar ilerde olan garaja doğru yürümeye başladık. Amacımız bir taksi bulup sormaktı bizi kaça götüreceğini makul bir rakamsa taksiye binilecek, değilse otobüs bakılacaktı. Bu arada Suriye’ye girişimizi de Yayladağ kapısından yapmaya karar vermiştik. Hemen yolumuzun üzerindeki döviz bürosundan da suri aldık yanımızda bulunsun diye. (33 TL ile 1.000 suri alınıyor) Otogara geldiğimizde beyaz taksiler Lazkiye Halep diye seslenerek bizi çağırmaya başladılar. Bir taksinin yanından adının Ahmed olduğunu öğreneceğimiz ve Türkçe bilen bir Suriyeli yanımıza geldi ve Lazkiye’ye bizi 2.500 Suri’ye (82,50 TL) götürebileceğini söyledi. Biz de bir an önce yola çıkmak istediğimiz için hiç pazarlığa girişmeden kabul ettik. Kişi başı 20 TL’ye bir ülkeden başka bir ülkeye geçecektik daha ne kadar ucuz olabilirdi ki…

Taksiye yerleştik, taksinin sahibi şöför koltuğuna oturdu, Ahmed de şöför koltuğu ile yolcu koltuğu arasına oturdu. İlk etapta böylemi gideceğiz biz dedik ve mırın kırın ettik ama sonrasında iyi ki Ahmed gelmiş dedik çünkü yol boyunca aklımıza gelen soruları sormuş ve cevaplarını almış olduk Ahmed’den ve bize otel bulma konusunda da yardım etti. Yayladağ sınır kapısına geldiğimizde önce yurt dışına çıktığımız için vergimizi ödedik hemen her T.C vatandaşı gibi ve pullarımızı alarak çıkışımızı onaylattık. Bizden hemen önce bir otobüs geldiği için onları bekledik, o yüzden yaklaşık 25 dakika sürdü buradan çıkmak. Bu işlemler bittikten sonra hemen ilerideki Suriye’nin Kasab sınır kapısına geldik. Burada pasaportlarımızı Ahmed aldı bizden ve arabadan inmemize gerek kalmadan girişimiz yapıldı Suriye’ye. Hem Arapça hem Türkçe bilen bir şöför ile geçmenin böyle bir yararı oldu bize çünkü sonrasında tecrübe edeceğimiz üzerine İngilizce bilen kişi sayısı çok az ve iletişim kurmak oldukça güç. Sınırdan geçtik ve evet Suriye’deyiz… 100 metre kadar gittikten sonra polisler bagajı kontrol etmek için durdurdu bizi. Kimi gömleğini dışarı sarkıtmış, kimisi gömleğinin ön düğmelerini açmış atletiyle dolaşan bu polisler bize gayet rahat ve kuralsız bir ülkeye girdiğimiz izlenimini verdi.
Suriye’ye girdikten 20 dakika sonra bir mola verdik. Daha doğrusu şöför verdi. Daha sonra yapacağımız taksi yolculuklarında da böyle zınk diye durup molalar verdik. Şöförün molası geldiyse duruyor, bizim onayımıza ihtiyaç duymuyorlar. Küçük bir bakkal’ın önünde mola verdik, sanırım bir köyün girişiydi mola verdiğimiz yer. Meyve suyu aldık ve bakkaldan içeri girerek az önce öğrendiğimiz şekilde “kem mesari” diyerek fiyatını sorduk ama bakkal bizeAhmed ödedi dedi Türkçe. Böylece ilk Arapça konuşma deneyimimiz hüsranla sonuçlandı. Bakkal Türkmen olduğunu, buralarda hemen hemen herkesin Türkçe bildiğini söyledi. Meyve suları şirkettenmiş bu arada. Hani otobüsle seyahat ederken çay kahve verirler ya onun gibi işte.
Saat 7 civarı Lazkiye’ye vardık. Ahmed 3 yıldızlı otellerin önünde duruyor, birlikte fiyat sormaya gidiyor, pahalı gelince taksiye atlayıp bir sonraki otele gidiyorduk. Durduğumuz 4. Otelde hem biz hem onlar yoruldu ve fiyatta makul geldiği için kalmaya karar verdik. Double odaya 55 Usd ödedik. Bu otel 3 yıldızlı, nispeten düzgün sayılabilecek, deniz manzaralı ve en en önemlisi Klimalı bir oteldi. Çantalarımızı bırakır bırakmaz attık kendimizi Lazkiye sokaklarına. Açtık ve Suriye yemeği yemek istiyorduk ama bunu anlatamadık bir türlü ve sonunda american street denilen fast food restoranlarının olduğu bir sokakta giderdik açlığımız ve Suriye yemeği hayalimizi ertesi güne bıraktık. 4 ana tabak, salata ve üçü alkollü 4 içecek için 1.400 suri ödedik. (yaklaşık 45 TL)
Lazkiye büyük bir şehir, Suriye’nin Kuzey batısında deniz kenarında ve Suriyelilerin tatil yerlerinden biri. Aslında Daha çok bir liman kenti. Şehrin merkezini Liman kaplamış, plajlar ise şehrin dışında. Çok yoğun bir trafik var günün her saatinde ve bir kalabalık. Yemeğimizi yedikten sonra küçük bir tur attık bu fakir ve her şeyin eski göründüğü şehirde. Girerken fark etmiştik ki şehirde trafik lambası yok. sadece birkaç tane yerde gördük trafik lambası. Onun yerine kafasına ikinci dünya savaşı sırasında Alman pilotlarının taktığına benzer bir şapka ve ellerinde bir sopa olan ve neredeyse dizlerine kadar olan çizmeler giymiş polisler var kavşaklarda. Onlar yönetiyorlar trafiği, yönetmek denirse tabi. Sağa sola dönüşlerde işaret veren bir araca da rastlamadık bu arada ve daha ilk geceden arabayla gelmemekle ne kadar isabetli bir karar verdiğimizi anlamış olduk. Bir parkın yanından geçerken küçük bir ocak üzerine koyduğu küçük bir sacın üzerinde çekirdek kavuran bir amca gördük. Canımız çekirdek çitlemek istedi, amcanın küçük çaplı kazıklama girişimini atlatıp aldığımız çekirdekleri çitledik etrafı izleye izleye. Dünya kupası’nda dolayı da ekstra bir kalabalık vardı ara sokaklarda. Suriye’nin Almanya fanatikliğini de o gece fark ettik, arabalarla tur atan gençlerin salladıkları, evlerin balkonlarından sarkan Almanya bayraklarını görünce. Orası da bizim buralar gibi sanırım, yaz gelince yollar kazılıyor demek ki. Taşların üzerinden sek sek sekerken Bahadır “bu şehir yapım aşamasında” tanımlaması da cuk oturdu ve güldürdü epey bizi. Sıcak ve nemli bir gece yarısı odalarımıza çekildik günün yorgunluğunu atmak üzere. 
Ertesi gün planladığımız gibi sekizde uyandık, Bahadır hariç. O uyumayı seçti biz de denize gitmeyi. Öğleden sonrada şehri biraz daha turlayıp görmek için can attığımız Beyrut’a doğru yola çıkacaktık akşamüzeri. Hemen bir taksiye atladık ve en yakındaki plajı göstererek haritadan bizi oraya götürmesini söyledik. Nerden bilirdik o plajın 5 yıldızlı bir Resort’un plajı olduğunu. Nasıl olsa ne biz anlatabilecektik halk plajını ne de taksi şöförü anlayabilecekti. O yüzden indik taksiden 50 suri (1,50 TL) ödeyerek ve Suriye’deki ilk kazığımızı yedik. Çünkü burada plaja girmenin bedeli kişi başı 800 suri (yaklaşık 26 TL) idi. Oldukça şık, temiz, soyunma ve duş alma kabinleri olan ve plajının da gayet düzgün olduğu bu Resort’ta şezlonglarımıza uzanıp plajın kumunu düzelten adamları seyrettik 4 dolarlık taze sıkılmış portakal sularımızı içerken… Lazkiye’de erkeklerin güzelliği çekti dikkatimizi, çoğu kumral,  sarışın ve renkli gözlüydüler.

5 yıldızlı plaj sefamızdan döndüğümüzde Bahadır’ı lobide beklerken bulduk. Sözümüzü tutamayıp birbirimize verdiğimiz yediğimiz kazığı söyledik. O da haklı olarak dalga geçti bizimle çünkü bu paraya hatay’dan Suriye’ye gelmiştik biz ama olsundu biz Suriye’de denize girmiştik, o girememişti… Yine yollara düştük Suriye yemeği aramak üzere ama bu sefer biliyorduk ne soracağımızı… akil suri… yani Suriye yemeği. Güneşin tam tamına tepede olduğu ve cayır cayır ortalığı yaktığı bir saatte başladık Akil Suri aramaya. Yolumuza küçük pide tarzı bir şeyler pişiren bir satıcı çıktı. Pişirdiği sacın üzerindeki 40 katman olmuş yağ tabakasına aldırmadan onlardan yedik. Oldukça lezzetliydi ama yemedik çünkü hedefimiz Akil Suri’ydi. Sora sora Bağdat bulunur derler ama biz bir türlü bulamadık aradığımızı. Ta ki yaşlı bir amcaya denk gelene kadar bir apartmanın önünde. Çat pat Türkçe biliyordu ve bizi daracık bir sokaktaki bir lokantaya yönlendirdi.  Asla girmezdik o sokağa çünkü orada bir restoran olacağı aklımıza gelmezdi. Şimdi sorun neyin Suriye yemeği olduğunu bulmaktaydı ve tahmin edeceğiniz üzere garsonlar İngilizce bilmiyordu. Bize turist menüsü getirdiler ama bizim gözlerimiz yan masalarda milletin yediği şeylerdeydi. Belli ki o Suriye’ye özgü bir yemekti. Biz bunu garsona nasıl olsa anlatamayacağımızı bildiğimiz için Serap’ı üç tane genç kızın olduğu bir masaya konuşmak üzere görevlendirdik. Kızlar İngilizce bilmiyordu ama en azından menüden bize ne yediklerini gösterdiler biz de ondan söyledik. İsmi Fette, nohut yemeği gibi bir şey. Oldukça yağlı ama lezzetli bir yemekti. Yemekten sonra biraz dolaşmaya çıktık. Serap’ın terliği koptuğu için hem de terlik alalım diye çarşıya gittik. Onca rüküş terlik arasından en az rüküş olanını seçtik ve aldık ama bu ayakkabı maceramızın henüz başlangıcıydı. Çarşı çok kalabalıktı, trafik de cabası. Lazkiye’de insanların mutsuz olduğuna karar verdik çünkü hiç gülen insan görmedik orada. Akşamüzeri buluştuğumuz Ahmed de yoksulluk olduğunu o yüzden insanların mutsuz olduklarını söyledi. Soluklanmak ve birer kahve içmek üzere kırahathane cafe karışımı bir yere oturduk. Orada kadınların oturması normal olmasa gerek bütün gözler Serap’a çevrildi. Zaten Suriye’de kaldığımız süre boyunca gözler sürekli Serap’ın üzerindeydi.kahvelerimiz içip saat 3 civarı otele döndük, Ahmed’i aradık çünkü bize Beyrut’a gitmek üzere taksi ayarlayabileceğini söylemişti.
Saat 5 civarı Ahmed’in çalıştığı otogara gittik ve ikram edilen çayların arkasından bizi Beyrut’a götürecek taksiye yükledik çantalarımızı ve saat 5’te heyecanla yola çıktık Beyrut’a doğru. Bu seferki şöförümüzün adı Bilal’di ve çok çok az Türkçe biliyordu ve bizi 5.000 Suri’ye (165 TL)  götürecekti Beyrut’a.
çıkardığım dersler:
Yanına Arapça bilen birini al!
Önceden otel  rezervasyonu yap yoksa kapı kapı dolaşırsın!
Yayladağ kapısı daha bir sakin, o taraftan girmeyi deneyin!
Çay şekeri atılmış şekilde geliyor o yüzden önceden uyar no suka diyerek!
Çay istendiğinde Lipton sallama geliyor, demleme çay için arabik çay demek gerekli!
Pazarlık etmeyi bilmiyorsan öğren gitmeden önce!
bir kaç arapça kelime ve cümle öğren! tabi cevaplarını da! yoksa bizim gibi kem mesari dersin adam fiyatını söyleyince hı deyip kalırsın!
Lazkiye şimdi yapım aşamasında bir yıl sonra git daha iyi!


2. Bölüm Neye niyet neye ksmet-Dogunun Paris'i Beyrut!
3. Bölüm Bundan iyisi Şam'da Kayısı
4. Bölüm Şam'dan Halep'e yolculuk - Hama'ya selam
5. Bölüm Çıkıştan önceki son durak - Halep

No comments:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Paylaş