Neyse sonbahar'a dönelim biz. Sonbaharı çok severim ben. Güz de diyor bazıları ona ama ben çok hüzünlü bulduğum için o kelimeyi sonbahar demeyi tercih ediyorum -sanki sonbahar daha az hüzün içeriyormuş gibi- ve öyle sesleniyorum kendisine zaman zaman yazdığım yazılarda ve şiirlerde. Sonbahara dair hüzünsüz an(ı)larım da var benim, o yüzden hüzne hapsetmek hep hem ayıp olur kendisine hem de haksızlık.
Sonbahardı ben Ankara taşındığımda, tam 12 sene önceydi. Geldiğimde yeni yeni sararmaya başlamıştı yapraklar, henüz yerlerde değillerdi.Ben şehri tanırken yapraklar düşmeye başladı birer birer. Her girdiğim sokakta bir yaprak düştü önüme. Her bir sokak sonbaharın ayrı bir rengiyle sindi içime. Kimbilir belki Ankara'yı ben sonbaharla sevdim, sonbahar sayesinde deyim yerindeyse. Şimdi hatırlayamıyorum önceden de bu kadar sever miydim sonbaharı. Sevmezdim sanırım, daha doğrusu özel bir anlamı yoktu bu mevsimin çünkü bizim oralarda sonbahar olmazdı çok. Yazdan kışa geçilirdi, kış denirse adına. Bir de çam ve zeytin ağaçlarının yoğunluğundan olsa gerek, yeşil hiç bırakmazdı yerini sarıya. O yüzden benim sonbahar aşkım Ankara'da başladı.
O gün çocuklar gibi mutluydum sonbaharı fotoğraflarken. Ağaçların altında oturdum, yapraklara dokundum. Kahverengiyle sarının birbirine ne çok yakıştığını düşündüm. Ankara'dan uzaktaymışım gibi hissettiğim için Ankara'yı da düşündüm. Ankara'da sonbaharı düşündüm. Ankara'da sonbaharı özleyeceğimi düşündüm. Olsun dedim kendi kendime Ankara'ya gelmek için bir bahanem olur dedim, gülümsedim. Çünkü gideceğim şehirde sonbahar yok dediler. Ben de sonbahar aşkımı gidermek için Ankara'ya geleceğim ve sarı tonunda tebessüm edeceğim.