Her zaman Portekiz'e gitmeyi hayal etmişimdir. Avrupa'nın güney batısının son noktası, okyanusa açılan kapısı. Hayalimi Haziran ayının 16'sında gerçekleştirebildim. Kopenhag'tan Lisbon'a yaklaşık 4 saatlik süren bir uçak yolculuğu sonrası. Hayal ettiğim gibi miydi? Hep birlikte görelim.

3 saat süren bir tren yolculuğu sonrasında Porto tren istasyonuna vardım. Ülkenin ortasından kuzeyine doğru çıkarken bolca deniz manzarası olur diye düşünmüştüm ancak öyle değilmiş. Hatta nerdeyse Porto'ya az bir yol kalana kadar denizi görmedim. Porto tren istasyonuna vardığımda couchsurfing'ten evinde kalacağım Ricardo beni karşıladı ve metroyla evine gittik. Biraz soluklandıktan ve sohbet ettikten sonra dışarıya çıktım.
Ricardo'nun evi şehrin nispeten biraz daha yeni kısmında olmasına rağmen orada bile bir eskimişlik hali hakimdi. Şehir merkezine gidince o eskilik hali iyice belirginleşti. Porto'da evlerin dış cepheleri desenli çinilerle kaplı, mavi renk hakim, bence sevimli duruyor. Yalnız evler o kadar bakımsız ve o kadar eski görünüyor ki balkonlarında, pencerelerinde asılı çamaşırlar olmasa terkedilmiş sanabilirsiniz.
İlk durağım Sao Bento tren istasyonu oldu. 1900'lerin başında inşa edilmiş, çinilerle kaplı oldukça güzel bir yapı. Bu tarihi bina Sao Bento metro istasyonun hemen karşısında. Bu arada Porto'da hemen her yeri yürüyerek dolaşabilirsiniz ancak metro ve otobüs kullanmak isterseniz ilk binişinizde yeniden doldururlabilir bir kart almanız daha iyi. Böylece diğer dolumlarda kart parası olan 0,40 €'yu ödememiş olursunuz.
Sao Bento tren istasyonunun biraz ilerisinde de Oporto Katedrali bulunuyor. Katedral'e doğru yürürken biraz yokuş çıkıyorsunuz ve yokuşu çıktıkça Porto'nun güzelliğini görmeye başlıyorsunuz. Düzenli olmayan dar sokaklar, evlerin çatıları güzel bir şehir manzarası sunuyor. Tam o noktada Porto'yu seviyorum.

Köprüyden Gaia tarafına geçince soldan aşağıya doğru kıvrılarak inen küçük sokaklardan nehir kıyısına iniliyor. İndiğiniz noktada da Porto'nun ünlü şarap üreticilerinin yan yana dizilmiş depolarını görebilirsiniz. Oralardan şarap alabileceğiniz gibi önlerindeki oturma alanında soluklanırken Douru nehrine doğru şarabınızı yudumlayabilirsiniz. Ben de öyle yapıyorum. Porto'ya gelip de şarap içmemek olmaz çünkü.
Biraz soluklandıktan sonra bu sefer köprünün alt tarafını kullanarak karşıya geçiyorum. Yukarıya doğru çıkmak için iki seçeneğiniz var; birisi merdivenleri kullanmak, diğeri ise Riberia finüküler'ini kullanmak. O merdivenlerden yukarıya ertesi gün çıkmaya karar vererek zaman kazanmak açısından finükülere karar kıldım, ancak biraz pahalıydı, 2,5 € gibi bir rakamdı. Yukarıya çıktıktan sonra yine Sao Bento tren istasyonuna doğru yürüyüp, hemen çarprasındaki Liberdade meydanına çıktım. Burası etrafında restoranların ve dükkanların olduğu ince uzun bir meydan. Meydandaki haritalar ücretsiz WIFI noktası olduğunu belirtmesine rağmen internete bağlanmayı başaramadım.
Meydanın yukarısındaki belediye binası olduğunu düşündüğüm binayı karşınıza aldığınızda sağ tarafa doğru yürürseniz Porto'nun başlıca alışveriş caddelerinden biri olan Santa Caterina'ya ulaşabilirsiniz. Bu cadde üzerinde aşina olduğumuz bütün giyim markaları, cafeler, restoranlar, hediyelik eşya dükkanları yer alıyor. Caddeyi kesen diğer bir kaç caddede de yine mağazalar ve restoran/cafeler bulunuyor. O ara caddelerden birinde bir restoran bulup girdim, akşam yemeğimi yedikten sonra da uzun günün yorgunluğuyla sat 10 gibi eve gittim. Dolayısıyla Porto'da gece hayatı ile herhangi bir bilgi veremeyeceğim.

Gün boyu sokak sokak gezdim, bütün ara sokaklara girdim, yeni meydanlar, bir önceki günden gördüğüm meydanlar gezdim. Müze gezmeye pek vaktim yoktu, zaten öyle ahım şahım müze düşkünü birisi de değilimdir. Ben gittiğim şehirlerin sokaklarında yürümeyi severim, fotoğraf çekmeyi, insanlara selam vermeyi. Porto'nun dar sokakları da gezerken çok keyif veriyor insana. Portekiz'de Haziran ayı festival ayıymış, o yüzden bütün sokakla evlerin arasına gerilmiş çeşitli süslemelerle bezenmiş. Rengarenk süslemelerle o dar ve eski sokaklar daha bir canlı ve şirin görünüyor.
Öğleden sonra başlayan yağmurdan sığınmak ve yemek yemek üzere bir restorana girdim. Kalabalıktı, o yüzden birisinin masasına oturmak zorunda kaldım. Nereli olduğumu sordu, Türkiye deyince başladı Galatasaray, Beşiktaş, Quaresma falan sormaya, ben bilmem dedim. O sırada orta yerde de olsa bir masa boşaldı da başka futbol takımlarına ve futbolculara sıra gelmeden yanından ayrıldım. Bir süre sonra hemen yan masamda oturan bir kadın, "Türkiye'den misin?" diye sordu. Bir süre masadan masaya konuştuktan sonra, masama davet ettim. Yağmur bitene kadar epey bir sohbet ettik. O gördüklerini anlattı, ben gördüklerimi. Oldukça keyifliydi.
Porto ucuz bir şehir, yeme içme gibi sanki giyim kuşam da ucuz geldi bana. Mesela yağmur yağarken oturduğum restoranda çorba, ana yemek, bir bira ve bir kahveden oluşan menüye 6 € ödedim. Liberdade meydanında oldukça şık bir restoranda da öğlen menüsü 10 € civarıydı. Ayrıca çeşit çeşit lezzetli pasta, börek türü şeyleri 1-1,5 € karşılığında alabiliyorsunuz. Ancak Portekiz'in ucuz olduğuna dair izlenimin Lisbon'a gidince ortadan kalktı. Lisbon'a da çok pahalı diyemem gerçi ama Türkiye'den örnek vererek bir kıyas yaparsam Lisbon'a İstanbul, Porto'ya da İzmir derim.
Yola çıkarken yine yağmur başladı, yağmurda yolculuğu severim ama yine de Lisbon'un günlük güneşlik olduğunu hayal etmeyi tercih ettim. Lisbon'a yaklaşırken yağmur dinmiş olsa da gökyüzündeki kocaman, kara kara bulutlar daha baştan hevesimi kaçırdı. Lisbon'u ve çevresini de bir sonraki yazıya artık.
No comments:
Post a Comment