Küçük bir kız çocuğuydu Aysun. İçinde
kendi dilinde şarkıların olduğu kasetleri vardı.
Gizli gizli dinlemediği zamanlarda,
kasetlerini küçük sandığına koyar,
toprağa gömer, saklardı.
1980'lerin sonu, Anadolu'nun
doğusunda bilmediğimiz uzak bir köyün, bilmediğimiz çocukları onlar. Ben de çocuğum 80’lerin sonunda.
Dünyanın hepimiz için çok büyük olduğu zamanlar. Sınıfın arka duvarında asılı
duran kocaman Türkiye haritasında komşu iller bile dünyanın bir ucunda gibi
görünürken, haritanın en sağ alt köşesinde, yani olabildiğine uzak bir yerde
ama “gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüz” diyerek sahiplendiğimiz
köylerin birinde yaşayan çocuklar. Aysun, Azad, İrfan, Rojhat, Alaattin, Kenan.
Onlar da bizim gibi mutlu, ne de olsa hepimiz “Türk’üz” ve de “doğruyuz” ve
dünyanın kendilerine bayram armağan edilmiş yegane çocukları olarak Türkiye
Cumhuriyeti’nin şanslı çocuklarıyız.
Ama herkes bizim
kadar şanslı değil. 80’lerin sonunda TRT’de başlayan bir diziyle öğreniyoruz
bunu. Bu diziyle Aysel giriyor hayatımıza. TRT'de yayınlanan Yeniden Doğmak dizisinin küçük kızı Aysel az ağlatmıyor bizi. Hemen hemen o yıllarda Belene diye başka bir dizi daha
oynuyor. Bulgaristan'da yaşayan Türklere yapılan zulümleri anlatıyor bu diziler, türkçe konuşmaları, geleneklerini sürdürmeleri yasaklanan, asimile edilmeye çalışılan Türklerin çektikleri zulme ve acıya ağlıyoruz hep birlikte, bütün Türkiye. Hem Belene'ye hem de
Aysel'e.
Çocuğuz, ama yine
de anlıyoruz insanın kendi dilinde konuşamamasının, oyun oynamamasının ne kadar
kötü bir şey olduğunu. Düşünsenize, size ait olan bir dilde konuşmayacaksınız
diyor Bulgarlar! Ama o zaman nasıl bağrış çağrış oynardık okulun bahçesinde? Öylece
susar, birbirimize bakardık sadece.
Bilmiyorduk tabi.
Aysun’un ve arkadaşlarının da okulun bahçesinde sadece sustuklarını çok
sonraları öğrendik.
Bilseydik Aysun'a da
ağlardık. Aysel'e üzüldüğümüz gibi, Alaattin'e de, Rojhat'a da üzülürdük.
Çocuktuk, henüz kimlik bilmiyorduk ama insanın zulüm görmesinin ne fena bir şey
olduğunu anlıyorduk, anlıyorduk ki Belene dizisiyle hep ağlıyorduk.
Öğretmenlerimiz bize Doğu Anadolu'nun yüksek dağlarla çevrili olduğundan öte başka şeyler de deseydi, bu zulüm belki çok daha önce biterdi. Çünkü biz, çocuklar, üzülürdük. Çocuklarına kıyamayan bir toplum olarak da büyüklerimiz sırf çocuklar üzülmesin diye bu zulme son verirdi. Verirdi, değil mi? Ne de olsa zulüm hangi toprakta olursa olsun, kim tarafından yapılırsa yapılsın zulümdü.
Öğretmenlerimiz bize Doğu Anadolu'nun yüksek dağlarla çevrili olduğundan öte başka şeyler de deseydi, bu zulüm belki çok daha önce biterdi. Çünkü biz, çocuklar, üzülürdük. Çocuklarına kıyamayan bir toplum olarak da büyüklerimiz sırf çocuklar üzülmesin diye bu zulme son verirdi. Verirdi, değil mi? Ne de olsa zulüm hangi toprakta olursa olsun, kim tarafından yapılırsa yapılsın zulümdü.
Bunlardan neden mi bahsediyorum. Çünkü bir belgesel önereceğim size. Bûka Baranê, Hafıza Merkezi’nin
yapımcılığını, Dilek Gökçin’in yönetmenliğini yaptığı içten, sade, derdini başarıyla anlatan bir belgesel. Gökkuşağının peşinde koşarken kendilerini adı konulmamış bir
savaşın ortasında bulan çocuklardan bir kaç tanesinin tanıklıklarıyla o günlere ışık tutuyor.
Aysun’un ve arkadaşlarının hikayesi Bûka Baranê'nin, gökkuşağının peşindeki çocuklarının çocukluk hikayelerinden biri. Elbette otuz yılın acısını, haksızlığını, zulmünü bir saate sığdırıp anlatmak zor. Bûka Baranê de bir ilkokul fotoğrafından yola çıkarak anlatıyor o büyük hikayenin küçük bir parçasını, büyük devletimizin bize demediklerini ve hala inkar ettiklerini.
İzlenmesi gereken
ama ne yazık ki yönetmeni Dilek Gökçin’in de dediği gibi çok da talep
edilmeyecek bir belgesel. Oysa Türkiye’nin Bûka Baranê’ye ve Bûka Baranê
gibi belgesellere çok ihtiyacı var. Bu yüzden izlenmeli Bûka Baranê, yıllardır yaşatılan bu
zulüm bitsin diye, çocuklar gökkuşağının peşinde özgürce koşsun diye, Aysun’lar
kasetlerini toprağın altından çıkarıp, şarkılarına eşlik edebilsin diye. Ne de
olsa bu ülke, çocuklarına hiç kıyamayan bir ülke!