Antep'e kadar gelmişken Halfeti'ye gitmeden olmazdı. Olmadı da
zaten. Halfeti Urfa'nın bir ilçesi ama Antep'e Urfa'dan birazcık daha yakın.
Eski ve Yeni Halfeti olarak iki şehir var ve haliyle her yeni şehir gibi
yenisinde bir numara yok. Biz de yenisini değil, bir kısmı sular altında kalmış
eskisini görmeye gittik zaten. Eski Halfeti'nin bir kısmı Birecik barajının
suları altında kalınca Yeni Halfeti'yi kurmak icap etmiş. Eskisine 10 km kala
yenisini de uzaktan görmek mümkün. Bir önceki yazıyı
bitirirken bir saat süren araba kiralama çabamızdan bahsetmiştim. Nihayetinde
bir araç bulabildik. Genelde her yerde de olduğu gibi hafta sonu kiralık araç
bulmak zor oluyor. Aynısı burada da oldu. Yoksa araç kiralamak için bir sürü
ofis var. Biz son ana bıraktığımız için böyle oldu. Neyse, sonunda bir araç
bulduk ve 1 günlüğüne 100 TL ödeyerek aracı kiraladık. Yaklaşık bir 20 dakika
sonra da yola çıkmıştık bile. Ancak saat 3'e geliyordu. kaba bir hesapla 5
civarı Halfeti'de oluruz diyerek yola çıktık. (Nitekim olduk) 6 kişi olduğumuz
için arkada ben, Elçin, Ezgi ve Ceren epey bir sıkıntı çektik ama Halfeti için
değerdi. Arabayı kiraladığımız kişinin bize KGS geçiş kartı vermesine rağmen
biz otobana girmeyi tercih etmedik. Kartı doldurmakla falan uğraşmayalım diye. Yani
istenirse Antep'ten Birecik'e kadar otobandan da gidilebiliyor. Bizim gitmeyi
tercih ettiğimiz yol da oldukça düzgün bir yoldu.
Birecik |
Birecik'e geldiğimizde 5 dakikalığına fotoğraf molası verdik.
Birecik’in en dikkat çeken şey dik bir yamaç üzerinde kurulu olan kalesi. Belli
ki büyük bir kaleymiş zamanında, şimdi ise ayakta kalmış bir burç ve duvar
kalıntıları var. Fırat nehrinin üzerinden geçip kalenin alt tarafındaki yolda
verdik molamızı. (Sonradan o yolun yanlış yol olduğunu anlayacaktık ama iş
işten geçmiş olacaktı) Suyun mavisi çok güzeldi ve öylesine parlak yansıtıyordu
ki yüzeyinden güneşi suya bakmayı imkansızlaştırıyordu bu parlaklık. Kısa bir
moladan sonra, yolun geri kalan üçte birlik kısmı için çıktık yola. Dediğim
gibi girdiğimiz yol yanlış yol olduğu için hem bozuk bir yoldan gitmek
durumunda kaldık hem de süreyi uzatmış olduk. Dönüşte fark edip doğru yola
girmeyi başardık ama.
Halfeti'ye tepeden bakış |
Halfeti tabelasını gördüğümüz virajdan sağa döndükten sonra kenara
çektik arabayı. Tepeden devasa su kütlesine baktık, etrafındaki tepelere,
kenarında Halfeti'den geri kalanlara. Şehrin içine girince hemen Antep'teki
taksicinin bize ismini verdiği kişiyi aradık. Kendisinin bir teknesi vardı ve
Halfeti'de tekne ile baraj gölünün üzerinde gezinti yapılıyordu.(İnternet
sağolsun) Adamla tanıştık, konuştuk, anlaştık ama öncesinde aç olan karnımızı
doyurmak istediğimizi söyledik. Sahilde iskelelerin üzerine kurulmuş bir kaç
restorandan birisine oturduk. 45-50 dakikamız vardı yemek için. Hızlıca
kebaplar söylendi, bir kaç arkadaş da o yöreye özgü bir balık söylediler
Sonrasında pişman olacaklardı Urfa'ya gidip de kebap yemediklerine. Biz
yemeklerimizi beklerken sağdan soldan da ufak ufak bilgiler almaya başladık
Halfeti hakkında. Mesela hemen kıyıdaki iskele gibi duran genişçe beton zeminin
aslında bir fırının 2. katının tavanı olduğunu öğrendik. O anda oturduğumuz
iskeleyi su üstünde tutan dubaların altında da başka binaların olduğunu. O
zaman fark ettim ki şu anda hemen kıyıdaki o güzel taş ev, eskiden tepedeki
güzel taş evdi. Eskiden Halfeti'de, şimdi suların altında kalan evlerde
yaşayan, sokaklarında dolaşan, o fırından ekmek alan, Fırat'a tepeden bakmak
için şimdi kıyıdaki evin olduğu tepeye çıkan insanlar ne hissediyor bilmiyorum
ama daha önce hiç Halfeti'ye gitmemiş olan benim içimi bile tarifi imkansız bir
duygu kapladı. Bir an, o hiç bilmediğim, görmediğim, yaşamadığım halini özledim
Halfeti'nin. Evet, resmen özledim.
Rumkale |
Birbirimizin tabaklarındaki farklı isimleri olan ve farklı
içerikleri sahip kebapların hepsinden tatmak istediğimiz için bir çatal trafiği
oldu masanın üzerinde. Nihayetinde herkes masadaki her yemeğin tadına bakmıştı
ve mutluydu. Tam çaylarımız gelmek üzereyken tekne de iskeleye yanaştı. Az önce
bizi 50 TL’ye götürecek olan tekne sahibi arkadaki masadaki birkaç kişinin de
katılmasının sorun olup olmayacağını sordu. Elbette ki sorundu ama çok da
tadımızı kaçırmamak için uzattırmadılar bana sorunu. Ben de anlaştığımız fiyat
üzerinden biraz daha az para vermek konusunda ikna ettim adamı. Biz tekneye
giderken çaylarımız da geldi. Teknede içmek üzere yanımıza aldık çayları. Arkada
masadaki birkaç kişi de meğerse 10 kişiymiş. Ben haliyle gerildim, hele de 2
bebek olunca yanlarında, ama maksat tadımız kaçmasın birkaç ufak söylenmeyle
bıraktım.
Neyse ki etrafın güzelliği ve sessizliği beni sakinleştirdi
çabucak. Yüksek yamaçların arasında, batmakta olan güneşe doğru sessizce ve
mutlulukla yol alıyorduk. Birkaç gezi teknesi daha vardı bizim aksi
istikametimizde dönüş yolunda olan. Dik kayaların, yamaçların yanından geçtik,
şimdi sadece üst kısmı görülen elektrik direğinin yanından geçerken aşağının
eski halini hayal etmeye çalıştım. Suyun altındaki ağaçları, bahçeleri, evleri,
sokakları… Birilerinin bir zamanlar yaşadığı hayatları… Tekneyi kullanan genç
çocuk da “buraların altı bizim bahçemizdi eskiden” deyince ona baktım ne
hissettiğini anlarım belki diye ama bir şey anlayamadım. Halfeti’de sular
altında kalan sadece bahsettiklerim değil tabi ki. Koskoca bir tarihin büyük
bir bölümü de kaldı sular altında. Tarihi Zeugma kentinin, resmi verilere göre,
yüzde otuzu sular altında kaldı. Ertesi gün ziyaret ettiğimiz mozaik müzesinde
öğrendik bunu. Sadece 2 gün önce açılışı yapılan müzenin ilk ziyaretçilerinden
olduk biz de. (Tabi Pazar sabahı uyanabilenler) Müze güzel olmasına çok güzel
ama o müzedeki her şey yerli yerinde korunsaydı daha müthiş olmaz mıydı diye
düşündüm, düşündük. Olsaydı keşke dedik. Yeni bir keşkemiz daha oldu
anlayacağınız.
Halfeti'de akşam |
Neyse, tekne gezisine geri dönelim. Tepeden aşağıya doğru inip
suda biten yol ilginçti. Başka bir boyuta açılan bir geiş gibi, geçmişe giden
yol. Onu geçtikten sonra yarısı suyun içinde kalmış o meşhur camiyi gördük.
Hani Halfeti deyince akla gelen resmin baş aktörü. Orası aslında Halfeti merkez
değil, oraya birkaç kilometre uzaklıktaki başka küçük bir yerleşim yeri. Oranın
çok büyük kısmı su altında kalmış ama yine de birkaç evde yaşayan insanlar var
hala. Gerisi terk edilmiş durumda. Oraya gelmeden önce de Rumkale’yi şöyle bir
gördük tekneden. Rumkale büyük blok bir kayanın üzerinde kurulu. Haliyle Birecik
barajının sularıyla etrafı dolmadan önce tepede bir kaleymiş. Şimdi ise baraj
gölünün sularıyla üç tarafı çevrilmiş bir yarımada şeklinde oldukça güzel bir
manzara oluşturuyor. Üzerine inşa edildiği kaya öylesine dik ve düzgün ki
kalenin tam olarak nereden başladığını kestirmek zor uzaktan bakınca. Rumkale
tarafına bizim yaptığımız gibi tekneyle ulaşılabildiği gibi Yavuzeli tarafından
gelip Kasaba isimli köyden de ulaşılabiliyor. Gitmeden önce internette yaptığım
araştırmada Antep’in Yavuzeli ilçesine bağlı Kasaba adlı köyünden de Rumkale’ye
ulaşılabildiğini okumuştum ama bizim asıl hedefimiz Halfeti olduğu için ve
Birecik tarafından yolun daha düzgün olduğunu öğrendiğimiz için sadece tekneden
4-5 dakikalığına görebildik orayı. Kesinlikle o tarafa tekrar gidip etrafı gezmek
ve daha çok vakit geçirmek gerekiyor.
Sessiz, keyifli, muhteşem turumuzu tamamlarken güneş de batmıştı
ve biz Halfeti’ye yaklaşırken Halfeti’nin ışıkları yavaş yavaş yanmaya
başlamıştı. İskeleye yanaştığımızda gündüzün yerini geceye devrederken birlikte
oluşturdukları o, mavinin en güzel tonu hakimdi Halfeti’ye ve Halfeti’ye bu
renk de çok yakışmıştı. Işıl ışıl Halfeti sudaki silüetiyle güzelliğini ikiye
katlarken biz de Halfeti’yi sessizliğiyle baş başa bırakmaya hazırlanıyorduk ki
davul zurna sesleri bozdu sessizliği. Bir sünnet düğününe denk gelmiştik ve
Neredeyse tüm Halfeti oradaydı. Arabayı bile zar zor çıkarmamıza neden olan bir
trafik ve gürültü. Bence böyle olmamalıydı Halfeti’ye vedamız. O yüzden ben
kesinlikle bir kez daha gitmeyi düşünüyorum. Mümkünse düğünün olmadığı bir
günde.
Dönüş yolunda o kötü, asfaltsız yola girmedik. Arkadaki sıkış tepiş
oturmamıza ve öndekileri üşütürken bizi serinletemeyen klimadan dolayı ter
içinde kalmamıza rağmen şarkılarla, türkülerle, dedikodularla, esprilerle
vardık Antep’e.
O akşam da rakı sofrası kurduk otelin püfür püfür esen terasında.
Güzel geçen günü yeniden yeniden yaşarken her cümlemizde bir yandan da birkaç saat
sonra Serap’a hazırladığımız sürpriz kına gecesinin heyecanıyla bekledik,
bekledik. Zaman geçti, ikinci büyük henüz yarılanmıştı ki Serap “hadi benim
odaya gelin, göreyim sizi 5-10 dakika” dedi… Ah Serap’ım bilsen eline yakılacak
kınayı hiç çağırır mıydın ki bizi J
1 comment:
Değerli blog yöneticisi paylaştığınız makaleler bize çok yardımcı oluyor Dell dizüstü servis ekibimiz çalışmalarınızda başarılar diler.
Post a Comment