October 18, 2013

Güney Afrika notları

2013 yılı Afrika kıtasına açıldığım yıl oldu benim için.. Ağustos ayında Fas’a yaptığım bir haftalık tatilden sonra, bu ayın başında Afrika kıtasının en güneyindeki Güney Afrika’ya bir seyahat yaptım. Bu bir çalışma ziyareti, üstelik toplam 16 kişilik bir heyetin yeme, içme, barınma ve seyahat organizasyonunu da içeren yoğun bir program olsa da az çok bir yerler görüp Güney Afrika’yı gözlemleme şansı buldum. İlk kez güney yarımküreye geçmiş olmamdan ötürü de Güney Afrika, seyahat kronolojimde bir ilk olduğu için ayrı bir öneme  sahip. 9 saat süren bir uçak yolculuğunun ardından Johannesburg’a vardık. THY’nin bu kadar uzun bir yola neden koltuk aralıkları bu kadar dar olan bir uçakla sefer düzenlediğini anlam veremedim. Yani yolculuk oldukça rahatsız ve yorucu geçti. Güney Afrika’ya gittiğimiz heyetten dolayı “güvenlik” önemli bir kriterimiz olduğu için otelimizi Sandton City denilen, Johannesburg’un otellerin de yoğunluklu olarak konumlandığı bir bölgeden seçmiştik. Eğer tek başıma turist olarak gitmiş olsam asla uğramayacağım, daha doğrusu istesem bile bütçem gereği uğrayamayacağım bu bölge otellerin, restoranların, kendi çapında alışveriş merkezlerinin yer aldığı yalıtılmış, sıkıcı, açıkçası insana Güney Afrika’da olduğunu hissettirmeyen bir bölgeydi. Demem o ki, Sandton City’i unutun gitsin.


Güvenlikli otelimize varıp, otelimizin yanındaki güvenli restoranda bu güvenliğin bir bedeli olarak fahiş fiyatlar vererek karnımızı King Lips denilen bir balıkla doyurduktan sonra Aslan Parkı denilen bir yere doğru yola çıktık. Açıkçası gidene kadar orasının koruma altında ki bir doğal park olduğunu düşünmüştüm. Ancak oraya vardığımızda, Aslan Parkı’nın çok geniş bir alana yayılmış bir hayvanat bahçesi olduğunu fark ettim. Buranın bir bölgesinde aslanlar, leoparlar, çitalar geniş ama yine de tellerle çevrili bölgelerinde yaşamlarını sürdürürken, diğer bir bölgesinde de zebralar, zürafalar, antiloplar, devekuşları nispeten daha geniş bir alanı paylaşıyorlar. Aslan Parkı’nda araçların içinden çıkmadan aslanları, kaplanları, sırtlanları çok yakında görebiliyorsunuz. Bu parkın benim için en güzel yanı yavru bir aslana dokunabilmiş ve uyurken de olsa onu sevebilmiş olmam. Ancak o kocaman kedi yavrusuna dokunabilmenin mutluluğuyla, ona bir nevi oyuncak hayvanmış muamelesi yapmanın verdiği rahatsızlık arasında gidip geldiğimi de itiraf etmeliyim.

Daha önce de sözünü ettiğim gerekçeden ötürü maalesef Johannesburg sokaklarında yürüme şansımız olmadı. Eğer gündüz gözüyle vakit olsaydı ve yalnız olsaydım kesinlikle sokağa çıkar, yürür, dükkanlara girip çıkardım ancak vakit de olmadı. O yüzden Johannesburg’u yalnızca arabanın camından görebildiğim kadar gördüm. Güney Afrika’da suç oranı biraz yüksekmiş. Gitmeden önce okuduğumuz birkaç rapor da bunu doğruluyordu zaten. Yılda 18-19 bin kişi sokakta saldırıya uğrayarak öldürülüyormuş. Hırsızlık, yaralama gibi durumların sayısını ise düşünmek bile istemiyorum. Rakamlar da böyle olunca insan biraz ürkmüyor değil.

Seyahatin ikinci gününde Apartheid müzesi’ni ziyaret ettik. Keşke daha uzun zaman olsaydı da, o müzeyi hakkıyla, okuya okuya gezebilseydim. Bir saatten biraz fazla süren müze ziyaretinde, bize eşlik eden rehberin sayesinde Güney Afrika’nın Apartheid dönemi ve Nelson Mandela başta olmak üzere diğer tüm insan hakları savunucularının verdiği mücadele sonucu elde edilen kazanımlar hakkında bilgilenmiş olduk. Siyahlar ve beyazların yaşam alanlarının tamamen ayrı olduğu, siyahların beyazların yaşadığı bölgede görüldüklerinde tutuklandığı, kamu binalarına bile ayrı kapılardan girildiği ve siyahların oy kullanmak da dahil hiçbir haklarının olmadığı ve eziyet dolu, ırkçı bir rejimden sonra 1994 yılında yapılan yeni anayasayla birlikte girilen yeni bir dönem olmak üzere ikiye ayrılıyor Güney Afrika’nın insan hakları tarihi. Şu an kağıt üzerinde siyahlar ve beyazlar eşit, kağıt üzerinde diyorum çünkü sosyal yaşamda o eşitliğin hala sağlanamadığı ve sağlanabilmesi için de daha uzun yıllara ihtiyaç duydukları bariz.

Johannesburg’da gece kimseler yok sokakta, bir yerlere gidip gelenler de arabalarıyla seyahat ediyor. O yüzden ciddi bir trafik var, özellikle iş çıkışı zamanı. Apartheid Müzesi ziyaretinin ardından ülkenin idari başkenti olan Pretoria’ya doğru yola çıkıyoruz. Johannesburg’tan 45 dakika süren bir mesafede yer alıyor Pretoria. Kırmızı ışıklarda duran arabaların camlarını silmeye koşuyor çocuklar, su, resim, Mandela posterleri satan insanlar yanaşıyor camlara, tıpkı Türkiye’deki gibi. Bütün araçların kapıları içeriden kilitli, çünkü bu kırmızı ışıklarda hırsızlık olayı çok oluyormuş. Biz de kilitliyoruz kapılarımızı, camın arkasından bir şey satın almadığımız için bize kızan, Tanrı’nın ve İsa’nın bizi sevmeyeceğini söyleyen çocuklara bakıyoruz yeşil ışık yanana kadar.

Mandela posteri satmaya çalışan bir adamın bir kırmızı ışıktan diğerine doğru hızlı hızlı koşup arabalara yetişmeye çalışması ve yetiştiğinde soluk soluğa olmasına rağmen yüzüne kocaman bir gülümseme kondurarak posterlerinden birisini satmak için çabalaması içimi burktu. Birkaç ışık boyunca şahit oldum buna, sonra yetişemedi hedeflediği araca ama umudunu ve yüzündeki gülümsemeyi kaybetmeden bir sonrakine doğru koşmaya başladı. Ülkenin nüfusu 55 milyon ve bunun % 90’ını da siyahi nüfus oluşturuyor. Orada geçirdiğimiz bir haftalık sürede bütün siyahların fakir olmadığı bilgisine sahip olduk ancak fakir beyazın olmadığı bilgisine de.  

Pretoria’ya yaklaştıkça artık bir süre sonra gözümüze aşina gelecek olan yüksek duvarlarla çevrili evler, siteler karşılıyor bizi. Bu yüksek duvarların üzerine ayrıca elektrikli teller de çekilmiş. Bir taraf fakirlikle boğuşup teneke evlerde, teneke olmasa da derme çatma evlerde yaşarken, diğer taraf lüks ve korunaklı binalarda korku içinde yaşıyorlar. Bize eşlik eden arkadaşın aktardığı bir söz durumu çok iyi açıklıyor: “Güney Afrika eskiden bir taraf için cennetti, şimdi iki taraf için de cehennem”

Pretoria’nın yüksek güvenlikli sitelerinden geçip bir kamu kurumunu ziyaret etmek üzere şehir merkezine geliyoruz ve ilk kez sokağa adımımızı atabiliyoruz. 30-40 dakika da olsa şehrin sokaklarında yürüyüp, tezgahlardan alışveriş yapma, vitrinlere, fiyatlara bakma fırsatı buluyoruz. Pretoria her iki yanı mor çiçekli bir ağaç olan Jakaranda ile kaplı geniş caddelerden oluşan düzenli bir şehir. Hani vakit olsa şehir merkezinde yerel insanların gittiği restoranda bir yemek yemek ya da bir şeyler içmek çok güzel olurdu. Ancak tabi ki biz heyetin güvenliğini göz önünde bulundurarak bir alışveriş merkezinde öğlen yemeğimizi yioruz. Pretoria da Johannesburg gibi öyle ahım şahım, aman aman görülesi bir şehir değil. Johannesburg’da sokağa adım bile atamadığım, Pretoria’da da kısa bir süre sokakta geçirebildiğim için Güney Afrika’da olduğumu pek anlayamadım işin doğrusu.

 Johannesburg ve Pretoria’dan sonra ise ziyaretlerimizi gerçekleştireceğimiz bir başka şehir olan Durban’a geçtik. Durban Hint Okyanusu kıyısında bir yerleşim yeri, diğer iki şehirden de daha güvenli olduğu söyleniyordu ki nitekim gece dışarıya da çıktık, sahilde de yürüdük. Durban’da kendi bütçemle imkanı yok kalamayacağım bir otelde, penceremi açtığımda Hint Okyanusu’nun ayaklarımın altında olduğu bir otelde kalıyoruz. Ancak program yoğun, o yüzden uykudan feragat ediyoruz bol bol. Sahilde yürüyüş yapabilmek ya da yüzebilmek uğruna 6’da kalkıoruz ki 8’de başlayan programa yetişebilelim. Neyse ki içimdeki gezme, görme, bir şeyler yapma arzusu baskın, aksi takdirde oteller, üniversite kampusleri ve birkaç devlet kurumundan başka hiçbir şey görüp yapmadan da dönülebilirdi.

Durban güzel bir yer ama orada da yapacak çok bir şey yok. Biz program gereği Howard Üniversitesi’ni ve birkaç devlet kurumu ile sivil toplum kuruluşunu ziyaret ettik. Bu arada hem Johannesburg’da hem de Durban’da ziyaret ettiğimiz üniversitelerin kampusleri çok güzeldi. Hele Durban’daki Howard College yemyeşil geniş bir tepenin üzerinde kurulu ve oldukça güzel bir manzaraya sahip. Zaten Durban görebildiğim kadarıyla oldukça yeşil, havası güzel, rahat bir şehir. Gün çok erken başlıyor Durban’da. Okyanus kıyısı sabah 5’ten itibaren koşanlar, yürüyenler, bisiklet sürenler ve yüzenlerle dolmaya başlıyor. Ancak yüzmek için bölgeler belirlenmiş, sürekli bir cankurtaran var orada ve o sınırların dışında yüzülmesi yasak. Biz bir sabah iyi bir fırça yediğimiz cankurtarandan öğrendik bunu ama zaten son günümüzdü.

 Bir sabah 7’de yola çıkmamızı gerektiren iki saatlik bir ekolojik tur da vardı programımızda. 1,5 saat kadar süren bir yolculuk sonrası Pietermaritzburg şehri yakınlarındaki Tala Koruma alanına varıyoruz. Burası doğal bir yaşam alanı, mini mini bir Serengeti ancak etobur hayvanlar yok burada. Zebralar, zürafalar, gergedanlar, su aygırları, antiloplar ve bir sürü kuş türünün yaşadığı göz alabildiğine çayırdan oluşan bir koruma alanı ve o birbirinden güzel, birbirinden estetik hayvanlara bir metreye kadar yaklaşabilmek ve onları izlemek çok keyifliydi.

Güney Afrika’da geçirdiğim koşuşturmacalı bir haftadan aklımda kalanlar; tehlikeli olduğu söylenen şehirler, elektrikli tellerle çevrili yüksek duvarların arkasında yaşayan zenginler, siyahilerin yıllardır çektiği ama hala bitmeyen çileleri, elektriği, suyu, kanalizasyonu olmayan teneke evlerden oluşan devasa mahaller, insanı kanser edecek kadar yavaş hizmet sunumu, parmak uçlarımda yavru aslanın tüylerini hissi, Hint Okyanusu’nun soğuk ve tuzlu suyu ile incecik kumu, sıcacık sabah güneşi, lezzetli yemekler, gelişmiş bir adli yardım sistemi, yüksek orandaki aile içi şiddet ve onunla mücadele eden güçlü ve hırslı kadın örgütleri, devletin insan hakları, eşitlik konusundaki hassasiyeti, umutlu insanlar… 





No comments:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Paylaş