2013 yılı Afrika kıtasına açıldığım yıl oldu benim için..
Ağustos ayında Fas’a yaptığım bir haftalık tatilden sonra, bu ayın başında
Afrika kıtasının en güneyindeki Güney Afrika’ya bir seyahat yaptım. Bu bir
çalışma ziyareti, üstelik toplam 16 kişilik bir heyetin yeme, içme, barınma ve
seyahat organizasyonunu da içeren yoğun bir program olsa da az çok bir yerler
görüp Güney Afrika’yı gözlemleme şansı buldum. İlk kez güney yarımküreye geçmiş
olmamdan ötürü de Güney Afrika, seyahat kronolojimde bir ilk olduğu için ayrı
bir öneme sahip. 9 saat süren bir uçak
yolculuğunun ardından Johannesburg’a vardık. THY’nin bu kadar uzun bir yola
neden koltuk aralıkları bu kadar dar olan bir uçakla sefer düzenlediğini anlam
veremedim. Yani yolculuk oldukça rahatsız ve yorucu geçti. Güney Afrika’ya
gittiğimiz heyetten dolayı “güvenlik” önemli bir kriterimiz olduğu için
otelimizi Sandton City denilen, Johannesburg’un otellerin de yoğunluklu olarak
konumlandığı bir bölgeden seçmiştik. Eğer tek başıma turist olarak gitmiş olsam
asla uğramayacağım, daha doğrusu istesem bile bütçem gereği uğrayamayacağım bu
bölge otellerin, restoranların, kendi çapında alışveriş merkezlerinin yer
aldığı yalıtılmış, sıkıcı, açıkçası insana Güney Afrika’da olduğunu
hissettirmeyen bir bölgeydi. Demem o ki, Sandton City’i unutun gitsin.
Güvenlikli otelimize varıp, otelimizin yanındaki güvenli restoranda bu güvenliğin bir bedeli olarak fahiş fiyatlar vererek karnımızı King Lips denilen bir balıkla doyurduktan sonra Aslan Parkı denilen bir yere doğru yola çıktık. Açıkçası gidene kadar orasının koruma altında ki bir doğal park olduğunu düşünmüştüm. Ancak oraya vardığımızda, Aslan Parkı’nın çok geniş bir alana yayılmış bir hayvanat bahçesi olduğunu fark ettim. Buranın bir bölgesinde aslanlar, leoparlar, çitalar geniş ama yine de tellerle çevrili bölgelerinde yaşamlarını sürdürürken, diğer bir bölgesinde de zebralar, zürafalar, antiloplar, devekuşları nispeten daha geniş bir alanı paylaşıyorlar. Aslan Parkı’nda araçların içinden çıkmadan aslanları, kaplanları, sırtlanları çok yakında görebiliyorsunuz. Bu parkın benim için en güzel yanı yavru bir aslana dokunabilmiş ve uyurken de olsa onu sevebilmiş olmam. Ancak o kocaman kedi yavrusuna dokunabilmenin mutluluğuyla, ona bir nevi oyuncak hayvanmış muamelesi yapmanın verdiği rahatsızlık arasında gidip geldiğimi de itiraf etmeliyim.
Güvenlikli otelimize varıp, otelimizin yanındaki güvenli restoranda bu güvenliğin bir bedeli olarak fahiş fiyatlar vererek karnımızı King Lips denilen bir balıkla doyurduktan sonra Aslan Parkı denilen bir yere doğru yola çıktık. Açıkçası gidene kadar orasının koruma altında ki bir doğal park olduğunu düşünmüştüm. Ancak oraya vardığımızda, Aslan Parkı’nın çok geniş bir alana yayılmış bir hayvanat bahçesi olduğunu fark ettim. Buranın bir bölgesinde aslanlar, leoparlar, çitalar geniş ama yine de tellerle çevrili bölgelerinde yaşamlarını sürdürürken, diğer bir bölgesinde de zebralar, zürafalar, antiloplar, devekuşları nispeten daha geniş bir alanı paylaşıyorlar. Aslan Parkı’nda araçların içinden çıkmadan aslanları, kaplanları, sırtlanları çok yakında görebiliyorsunuz. Bu parkın benim için en güzel yanı yavru bir aslana dokunabilmiş ve uyurken de olsa onu sevebilmiş olmam. Ancak o kocaman kedi yavrusuna dokunabilmenin mutluluğuyla, ona bir nevi oyuncak hayvanmış muamelesi yapmanın verdiği rahatsızlık arasında gidip geldiğimi de itiraf etmeliyim.
Daha önce de sözünü ettiğim gerekçeden ötürü maalesef Johannesburg
sokaklarında yürüme şansımız olmadı. Eğer gündüz gözüyle vakit olsaydı ve
yalnız olsaydım kesinlikle sokağa çıkar, yürür, dükkanlara girip çıkardım ancak
vakit de olmadı. O yüzden Johannesburg’u yalnızca arabanın camından
görebildiğim kadar gördüm. Güney Afrika’da suç oranı biraz yüksekmiş. Gitmeden
önce okuduğumuz birkaç rapor da bunu doğruluyordu zaten. Yılda 18-19 bin kişi
sokakta saldırıya uğrayarak öldürülüyormuş. Hırsızlık, yaralama gibi durumların
sayısını ise düşünmek bile istemiyorum. Rakamlar da böyle olunca insan biraz
ürkmüyor değil.
Seyahatin ikinci gününde Apartheid müzesi’ni ziyaret ettik.
Keşke daha uzun zaman olsaydı da, o müzeyi hakkıyla, okuya okuya gezebilseydim.
Bir saatten biraz fazla süren müze ziyaretinde, bize eşlik eden rehberin
sayesinde Güney Afrika’nın Apartheid dönemi ve Nelson Mandela başta olmak üzere
diğer tüm insan hakları savunucularının verdiği mücadele sonucu elde edilen
kazanımlar hakkında bilgilenmiş olduk. Siyahlar ve beyazların yaşam alanlarının
tamamen ayrı olduğu, siyahların beyazların yaşadığı bölgede görüldüklerinde
tutuklandığı, kamu binalarına bile ayrı kapılardan girildiği ve siyahların oy
kullanmak da dahil hiçbir haklarının olmadığı ve eziyet dolu, ırkçı bir
rejimden sonra 1994 yılında yapılan yeni anayasayla birlikte girilen yeni bir
dönem olmak üzere ikiye ayrılıyor Güney Afrika’nın insan hakları tarihi. Şu an
kağıt üzerinde siyahlar ve beyazlar eşit, kağıt üzerinde diyorum çünkü sosyal
yaşamda o eşitliğin hala sağlanamadığı ve sağlanabilmesi için de daha uzun
yıllara ihtiyaç duydukları bariz.
Johannesburg’da gece kimseler yok sokakta, bir yerlere gidip
gelenler de arabalarıyla seyahat ediyor. O yüzden ciddi bir trafik var,
özellikle iş çıkışı zamanı. Apartheid Müzesi ziyaretinin ardından ülkenin idari
başkenti olan Pretoria’ya doğru yola çıkıyoruz. Johannesburg’tan 45 dakika
süren bir mesafede yer alıyor Pretoria. Kırmızı ışıklarda duran arabaların
camlarını silmeye koşuyor çocuklar, su, resim, Mandela posterleri satan insanlar
yanaşıyor camlara, tıpkı Türkiye’deki gibi. Bütün araçların kapıları içeriden
kilitli, çünkü bu kırmızı ışıklarda hırsızlık olayı çok oluyormuş. Biz de
kilitliyoruz kapılarımızı, camın arkasından bir şey satın almadığımız için bize
kızan, Tanrı’nın ve İsa’nın bizi sevmeyeceğini söyleyen çocuklara bakıyoruz
yeşil ışık yanana kadar.
Mandela posteri satmaya çalışan bir adamın bir kırmızı ışıktan
diğerine doğru hızlı hızlı koşup arabalara yetişmeye çalışması ve yetiştiğinde
soluk soluğa olmasına rağmen yüzüne kocaman bir gülümseme kondurarak
posterlerinden birisini satmak için çabalaması içimi burktu. Birkaç ışık
boyunca şahit oldum buna, sonra yetişemedi hedeflediği araca ama umudunu ve
yüzündeki gülümsemeyi kaybetmeden bir sonrakine doğru koşmaya başladı. Ülkenin nüfusu
55 milyon ve bunun % 90’ını da siyahi nüfus oluşturuyor. Orada geçirdiğimiz bir
haftalık sürede bütün siyahların fakir olmadığı bilgisine sahip olduk ancak
fakir beyazın olmadığı bilgisine de.
Pretoria’ya yaklaştıkça artık bir süre sonra gözümüze aşina
gelecek olan yüksek duvarlarla çevrili evler, siteler karşılıyor bizi. Bu
yüksek duvarların üzerine ayrıca elektrikli teller de çekilmiş. Bir taraf fakirlikle
boğuşup teneke evlerde, teneke olmasa da derme çatma evlerde yaşarken, diğer
taraf lüks ve korunaklı binalarda korku içinde yaşıyorlar. Bize eşlik eden
arkadaşın aktardığı bir söz durumu çok iyi açıklıyor: “Güney Afrika eskiden bir
taraf için cennetti, şimdi iki taraf için de cehennem”
Pretoria’nın yüksek güvenlikli sitelerinden geçip bir kamu
kurumunu ziyaret etmek üzere şehir merkezine geliyoruz ve ilk kez sokağa
adımımızı atabiliyoruz. 30-40 dakika da olsa şehrin sokaklarında yürüyüp,
tezgahlardan alışveriş yapma, vitrinlere, fiyatlara bakma fırsatı buluyoruz.
Pretoria her iki yanı mor çiçekli bir ağaç olan Jakaranda ile kaplı geniş
caddelerden oluşan düzenli bir şehir. Hani vakit olsa şehir merkezinde yerel
insanların gittiği restoranda bir yemek yemek ya da bir şeyler içmek çok güzel
olurdu. Ancak tabi ki biz heyetin güvenliğini göz önünde bulundurarak bir
alışveriş merkezinde öğlen yemeğimizi yioruz. Pretoria da Johannesburg gibi
öyle ahım şahım, aman aman görülesi bir şehir değil. Johannesburg’da sokağa
adım bile atamadığım, Pretoria’da da kısa bir süre sokakta geçirebildiğim için
Güney Afrika’da olduğumu pek anlayamadım işin doğrusu.
Johannesburg ve
Pretoria’dan sonra ise ziyaretlerimizi gerçekleştireceğimiz bir başka şehir
olan Durban’a geçtik. Durban Hint Okyanusu kıyısında bir yerleşim yeri, diğer
iki şehirden de daha güvenli olduğu söyleniyordu ki nitekim gece dışarıya da
çıktık, sahilde de yürüdük. Durban’da kendi bütçemle imkanı yok kalamayacağım
bir otelde, penceremi açtığımda Hint Okyanusu’nun ayaklarımın altında olduğu
bir otelde kalıyoruz. Ancak program yoğun, o yüzden uykudan feragat ediyoruz
bol bol. Sahilde yürüyüş yapabilmek ya da yüzebilmek uğruna 6’da kalkıoruz ki
8’de başlayan programa yetişebilelim. Neyse ki içimdeki gezme, görme, bir
şeyler yapma arzusu baskın, aksi takdirde oteller, üniversite kampusleri ve
birkaç devlet kurumundan başka hiçbir şey görüp yapmadan da dönülebilirdi.
Durban güzel bir yer ama orada da yapacak çok bir şey yok.
Biz program gereği Howard Üniversitesi’ni ve birkaç devlet kurumu ile sivil
toplum kuruluşunu ziyaret ettik. Bu arada hem Johannesburg’da hem de Durban’da
ziyaret ettiğimiz üniversitelerin kampusleri çok güzeldi. Hele Durban’daki
Howard College yemyeşil geniş bir tepenin üzerinde kurulu ve oldukça güzel bir
manzaraya sahip. Zaten Durban görebildiğim kadarıyla oldukça yeşil, havası
güzel, rahat bir şehir. Gün çok erken başlıyor Durban’da. Okyanus kıyısı sabah
5’ten itibaren koşanlar, yürüyenler, bisiklet sürenler ve yüzenlerle dolmaya
başlıyor. Ancak yüzmek için bölgeler belirlenmiş, sürekli bir cankurtaran var
orada ve o sınırların dışında yüzülmesi yasak. Biz bir sabah iyi bir fırça
yediğimiz cankurtarandan öğrendik bunu ama zaten son günümüzdü.
Bir sabah 7’de yola
çıkmamızı gerektiren iki saatlik bir ekolojik tur da vardı programımızda. 1,5
saat kadar süren bir yolculuk sonrası Pietermaritzburg şehri yakınlarındaki
Tala Koruma alanına varıyoruz. Burası doğal bir yaşam alanı, mini mini bir
Serengeti ancak etobur hayvanlar yok burada. Zebralar, zürafalar, gergedanlar,
su aygırları, antiloplar ve bir sürü kuş türünün yaşadığı göz alabildiğine
çayırdan oluşan bir koruma alanı ve o birbirinden güzel, birbirinden estetik
hayvanlara bir metreye kadar yaklaşabilmek ve onları izlemek çok keyifliydi.
Güney Afrika’da geçirdiğim koşuşturmacalı bir haftadan
aklımda kalanlar; tehlikeli olduğu söylenen şehirler, elektrikli tellerle
çevrili yüksek duvarların arkasında yaşayan zenginler, siyahilerin yıllardır
çektiği ama hala bitmeyen çileleri, elektriği, suyu, kanalizasyonu olmayan
teneke evlerden oluşan devasa mahaller, insanı kanser edecek kadar yavaş hizmet
sunumu, parmak uçlarımda yavru aslanın tüylerini hissi, Hint Okyanusu’nun soğuk
ve tuzlu suyu ile incecik kumu, sıcacık sabah güneşi, lezzetli yemekler,
gelişmiş bir adli yardım sistemi, yüksek orandaki aile içi şiddet ve onunla
mücadele eden güçlü ve hırslı kadın örgütleri, devletin insan hakları, eşitlik
konusundaki hassasiyeti, umutlu insanlar…
No comments:
Post a Comment