Artık ülkeyi neresinden tutsan elinde kalıyor. Bir şeyin gündemde kalması azami üç saat, sonra yeni bir şey oluyor, sonra başka bir şey, sonra daha kötü bir şey. Gece uyurken bile en az iki gündem sıcaklığını yitirmiş oluyor. Öyle boktan günlerde yaşıyoruz işte. Ülkenin doğusunda, güneydoğusunda devlet vatandaşlarını öldürüyor, yargısız infazlar yapıyor, askerler polisler koltuk davasına, saray davasına ölüyor; batı kıyılarına mültecilerin daha iyi bir hayata gitme umuduyla yola çıkmış bedenleri vuruyor birer birer, ülkenin orta yerindeyse 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlanıyor törenlerle. Bu sırada işçiler inşaatlarda ölmeye, madenciler göçük altında kalmaya, kadınlar erkekler tarafından öldürülmeye, ulusalcılar dindarlara ve kürtlere, dindarlar ulusalcılara ve alevilere, hepsinin ermenilere, yahudilere ve rumlara ve daha bir sürü grubun başka bir gruba karşı nefreti büyümeye devam ediyor. Kimsenin kimseyi dinlemeye, anlamaya niyeti yok çünkü herkes haklı, çünkü herkes en doğru.
Tüm bu olan bitenin ortasında bir avuç insan, tüm haksızlıkları, ihmalleri, cezasızlıkları, yolsuzlukları görüyor, anlıyor, kahroluyor, isyan etmeye çalışıyor ama hiçbir şey yapamıyor. Sanırım en kötü durumda olanlar da bu gruptaki insanlar, yani benim de dahil olduğum bu küçük grup. Milliyetçilikten ve militarizmden arınmış, herkesin insan onuruna yaraşır muamele gördüğü, herkesin eşit, adil ve özgür bir şekilde yaşamını sürdürdüğü bir dünya hayal eden o küçük grup, en hayalperest, en yalnız, kimine gören en vatan haini, kimine göre en günahkar, kimine göreyse en bölücü en terörist grup. Ah o zavallı grup.
Oysa bir şeye taraf olmak insanın hayatını kolaylaştırıyor, düşünmen, sorgulaman gerekmiyor; hali hazırda sana sunulan kalıpları ezberleyip her türlü argümanda papağan gibi tekrarlaman, işin içinden çıkamadığında da karşındakini durduğun yerin söylemine uygun bir etiketle yaftalaman yetiyor. Hayat bu kadar kolay işte taraf olduğunda, zahmetsiz bir kimlik, her şey dahil bir aidiyet. Sana dokunmadığı sürece dünya üzerinde ne haksızlık var ne eşitsizlik, senin gibi düşündüğü sürece ne düşman var ne de nefret edilecek kimse. Şimdi böylesine kolay bir hayat varken akıl karı mı düşünmek, sorgulamak, zaman zaman değerlerinle çelişmek, doğrusunu muhakeme etmeye çalışmak, hiçbir kimliği dışarıda bırakmamaya çalışırken kendin dahil herkese yabancılaşmak? Değil elbette ama işte bir umut deyip sarılıyor insan inandığı şeylere, istiyor ki herkes istediği gibi yaşasın özgürce, kimse kimsenin üzerinde baskı kurmasın, kimse kimseden nefret etmesin, kimse kimseyi olduğu bir şeyden ötürü öldürmesin, devlet kimseye işkence etmesin, kimseyi katletmesin, savaşlar olmasın, kimse doğup büyüdüğü toprakları rızasızca terk etmesin, kimse soğuk sularda içi aslında kırpılmış sünger dolu can yelekleriyle boğulup ölmesin, kimse zorla askere götürülmesin, kimse hayvanları öldürmesin, işkence etmesin, doğayı katletmesin, uzun lafın kısası herkes barış ve huzur içinde yaşasın. İnsan olan istiyor, hayal ediyor tabi bunları.
Ama ne hayal... Sosyal hayatın, siyasetin ve bizzat devletin karşıtlıklar ve ötekilikler üzerine kurulduğu bir ülkede ne büyük hayalperestlik bizimkisi. Ama kurduk işte bir kere bu hayali, dönüş yok. En azından barış istemek kan dökmekten/istemekten daha onurlu bir duruş. Hem kimbilir, belki bu hayatta değil ama bir sonraki hayatta süreriz sefasını.
No comments:
Post a Comment