December 25, 2016

İngiltere'nin güneyine kısa bir yolculuk

Bunca yıl sonra İngiltere'ye ayak basmışken Exeter'de yaşayan arkadaşımı görmeye gitmemek olmazdı. İngiltere'ye asıl gitme amacım olarak Liverpool'daki konferans biter bitmez trene atladığım gibi soluğu Exeter'de aldım. İngiltere'de trenler biraz pahalı açıkçası. Tren fiyatına uçak bileti bulmak mümkün, Exeter'de küçük bir havaalanı da var, nereden geldiğinize bağlı olarak doğrudan uçabilirsiniz de. Daha uygun fiyata seyahat etmek için otobüsler var ki onlardan biri Avrupa'nın bir çok ülkesinde çalışan Mega Bus, erken bilet aldığınızda 1 pound'a bile bilet bulabiliyorsunuz. Ben trenle Liverpool'dan Birmingham'da aktarma yaparak yaklaşık beş saatlik bir yolculukla vardım Exeter'e. 


Exeter İngiltere'nin Devon bölgesinde Exe Nehri çevresine kurulmuş küçük bir üniversite şehri, hani öyle işiniz olmasa illa ki görülmesi gereken şehirlerden birisi değil dürüst olmak gerekirse.. Ancak küçük, sevimli, barı, pub'u bol, her yere yürüyerek gidebileceğiniz, istediğiniz hemen her şeyi bulabileceğiniz kompakt bir öğrenci şehri. Şehrin bulunduğu yer çok eski zamanlardan beri yerleşim yeri olduğundan dolayı zamanın farklı dönemlerinden bir çok kalıntı var. Şehrin en önemli binası ise 11. yüzyılda yapılmış Exeter Katedrali. Katedralin çevresindeki binaların her biri çok güzel ve yine Katedralin önündeki geniş alan harika bir soluklanma imkanı sunuyor. Dediğim gibi öğrenci olmak için güzel bir şehir. Bunun yanında eğer İngiltere'nin güney kıyılarına inmek gibi bir planınız varsa bunun için de çok güzel bir konumda. Ki nitekim biz de öyle yaptık, arkadaşımla birlikte Exeter civarında bir kaç küçük sahil kasabasını ziyaret ettik. Oldukça keyifliydi. Gittiğimiz yerler hakkında bir kaç şey paylaşacağım fotoğraflar eşliğinde. Baştan söylemek gerekir ki biz zaman kısıtlılığından dolayı yalnızca Exeter'e yakın bir kaç yere gittik, zaman olsa görülecek daha çok yer var İngiltere'nin güney kıyısında. 

Exmouth


Exmouth, Ex Nehri'nin genişleyerek denize açıldığı alanda kurulmuş, Exeter'e en yakın sahil kasabası. Otobüsle de trenle de Exeter'den 30-35 dakika mesafede ve her yarım saatte bir de tren var. Biz Eylül ayında gittiğimiz için deniz mevsimi çoktan geçmişti ancak buna rağmen kasabanın iç kısmı hafta sonu olmasının da etkisiyle oldukça kalabalık ve canlıydı. Güneşli bir güne denk geldiğimiz için de şanslıydık. Böylece o neredeyse bomboş kumsalda güzel bir yürüyüş yapmanın keyfini çıkarmış olduk. Elbette yazın giderseniz çok daha hareketli bir kasabayla karşılaşacağınızdan hiç şüphem yok. Yaz aylarında bir de müzik festivali oluyormuş Exmouth'da. Ancak biz bu mevsimin sakinliğini, ıssızlığını çok sevdik.

Exmouth Jura çağında yaşanan jeolojik değişimlerle şekillenen bir bölge olan Jurassic Coast'ın en batısındaki noktasıymış. Bu bahsettiğim Jurassic Coast 150 km kadarlık bir sahil boyunca uzanıyor ve 2001 yılında Dünya Miras Listesine alınmış. Exmouth'u ve daha sonra ziyaret edeceğimiz diğer yerleri de eşsiz kılan da işte bu jeolojik yapılanma. Bizim gidip görmeye vaktimizin olmadığı birbirinden güzel sahillere, kayalıklara ve yüksek falezlere sahip bir bölge Jurassic Coast. Sadece bu sahilin her bir noktasını tek tek görmek için bile bir seyahat düzenlenebilir İngiltere'nin güney kıyısına.

Bir Baska Sehir: Londra

2002 yılında dil öğrenmek için bir yerlere gitmeye karar vermiştim. Elbette ilk düşündüğüm yer İngiltere oldu ancak 11 Eylül'ün üzerinden bir yıl bile geçmemişti daha ve İngiltere o sıralar çok sıkı bir vize politikası uyguluyordu, yani vize almak imkansıza yakın bir şeydi. İlk kez yurt dışına çıkacağım, haliyle ilk vizem olacağı için red alma korkusuyla vazgeçtim İngiltere'ye gitmeye çalışmaktan. O zamanlar hem vizesiz hem de maliyeti İngiltere'nin yarısı olan Malta'ya gitmeye karar verdim, ve gittim. Yani bundan tam 14 yıl öncesiydi İngiltere'ye gidebilmenin eşiğinden döndüğümde. Açıkçası sonrasında çok da heves etmedim o taraflara. Tabi itiraf etmem gerekirse bunda vize almanın zorluğu ile İngiltere'nin pahalılığı büyük rol oynadı. Böylece yıllar geçti ve ben ancak bir kaç ay önce Büyük Britanya adasına ayak basmış oldum. ve Londra'ya aşık oldum, bunca yıl gitmediğim için pişman oldum, keşke 2002 yılında İngiltere vizesi almaya çalışsaydım diye hayıflandım. Bu yazıda İngiltere'de geçirdiğim on günde edindiğim izlenimlerimi bulacaksınız. Bir gezi yazısından ziyade izlenim yazısı olacak çünkü zaten İngiltere'ye, daha ziyade Londra'ya dair istemeyeceğiniz için gezi yazısı var internette.

Londra'ya yağmurlu bir cumartesi günü vardım, elbette Londra'ydı, yağmursuz olmazdı ve tatildeyken yağan yağmuru çok sevmesem de Londra'nın beni ünlü yağmuruyla karşılaması hoşuma gitti. Öyle bardaktan boşanırcasına değil, tam sevdiğim gibi altında yürünebilecek kıvamda bir yağmurdu. O yüzden üzülmek yerine aksine mutlu oldum. Heathtrow'dan bindiğim metroyla otelimin olduğu South Kensington'a aktarmasız olarak geldim, çiseleyen yağmurun altında kalacağım yeri buldum, giriş yapıp eşyalarımı bırakarak kendimi dışarıya attım. Yağmur hafiften hala çiseliyordu, otelim Ulusal Tarih Müzesi, Albert Müzesi, Bilim müzesi gibi müzelerin olduğu Exhibition Road'um hemen yakınında olduğundan müzeye girmek için şemsiyelerinin altında bekleyen insanların arasından yürüyüp bir şeyler yemek için metro istasyonu civarına gittim. Daha geldiğim ilk andan itibaren o kadar tanıdık ve bildik hissettim ki şehri, sanki uzun zamandır orada yaşıyormuşum gibi, bir yerleri bulamama paniği yaşamadan, nereye nasıl gideceğimi bilememe derdine düşmeden dolaştım Londra'da kaldığım üç buçuk günlük süre içinde. Tarif edemeyeceğim bir tanıdıklık hissi ve bunun getirdiği bir güven vardı içimde. Benzer bir durumu Barcelona'da yaşamıştım. Zaten Londra, Barcelona'dan sonra Avrupa'da yaşamak isterim dediğim ikinci şehir oldu. Gerçi Avrupa dediğime bakmayın, Londra çoğu Avrupa şehrinden çok farklı bence. Anlatayım neden böyle düşündüğümü.

April 4, 2016

Swastika Geceleri

Katherina Burdekin'in Swastika Geceleri kitabı feminist bir distopya. 1937 yılında henüz Hitler bildiğimiz Hitler olmaya doğru yol alırken yazılmış Swastika Geceleri, Hitler'in rüyasının gerçekleşmesinin üzerinden 700 yıl geçmiş olan bir dünyayı anlatıyor bize. Bu yeni dünya kan soyu üzerine kurulmuş, ve elbette Almanlar birinci kan soyu. İnsanlar buna göre sınıflandırılmış, tüm insanlar arasında en alt sınıf ise Hristiyanlar çünkü Avrupa artık Hristiyan değil. Uzun zamandır Hitler bir tanrıdır ve Nazilerin faşist düzeni de yeni dünyanın dini. Kitap Hitler'in tanrılaştırılması ve nazizm dini bir öğretiye dönüşmesi üzerinden mevcut dinleri sorgulatıyor ve dinlerin, tanrıların nasıl kurgulanabileceği konusunda ipucu veriyor.

Öte yandan bu yeni sistem hiç şüphesiz erkek egemen bir sistem, kitabın göriş bölümünü yazan Daphne Patai'nin Maria Antonietta Macciocchi'den aktardığı gibi ataerkil düzenden bahsetmeksizin faşizmden bahsedilemeyeceği kabulüyle aksi de pek söz konusu olamazdı zaten. Bu yeni düzende kadınlar yalnızca birer üreme aracı, erkeklerin dünyasında yerleri yok, onlar kendi aralarında, kız çocuklarıyla ve 1,5 yaşına gelip de ellerinden alınana kadar erkek çocuklarıyla yaşıyorlar. Onurları yok edilmiş, erkeklerin kendilerinin efendisi olduğuna, kendi düşünceleri olmayacağına, yapmaları gereken tek şeyin sistemin yürümesini sağlayacak erkek çocuklar yapmak olduğuna, erkek çocuk doğurmanın ne kadar gurur verici ve kız çocuğu doğurmanın da ne kadar utanç verici olduğuna inandırılmış, yalnızca zihinsel ve psiikolojik olarak değil fiziksel olarak da dönüştürülmüş kadınlar bu hikayenin en çarpıcı tarafı.

George Orwell'in 1984'ü ile benzerlikleri var, bunun üzerine tezler bile yazılmış ancak benzemeyen tarafı faşist sistemin erilliğine yaptığı vurgu ve merkezine kadınların insandışılaştırılmasını, hiçleştirilmesini alan kurgusu.

Elbette romanı yazıldığı dönemi göz önünde bulundurarak okumakta fayda var, aksi halde günümüzdeki patriyarka, eril tahakküm, toplumsal cinsiyet, feminizm tartışmalarının geldiği nokta bakımından hikayenin odağı çok da radikal görünmeyebilir. 

February 5, 2016

Belgrad'dan notlar


Kıştı, kardı, lodostu, uçuşlar iptal olacak mı, olursa ne yapacağız diye diye anksiyete geçirip -şansımıza- sorunsuz bir şekilde gittik geldik Belgrad'a. Uçuşumuzdan bir önceki gün düzeldi havalar, Belgrad'a vardığımızda da neredeyse bir bahar havası karşıladı bizi, bir gün haricinde de eşlik etti bizi gönderene kadar. 

Belgrad hakkında çok seyahat yazısı var, malum hem vizesiz olması, hem yakın olması hem de Türkiye'ye göre nispeten ucuz olmasından ötürü milletçe akın ediyoruz Sırbistan'a. Yılın bu mevsiminde de turist olarak neredeyse sadece türkler vardı, eh malum yarı yıl tatili. Size Belgrad hakkında daha önce yazılmamış/söylenilmemiş bir şeyler diyeceğimi sanmıyorum ama şurada bir de Belgrad seyahat notları duruversin.


Havaalanına varışla başlayalım, okuduğum bir kaç blogda şehir merkezine nasıl gidileceğinden bahsediliyordu ama hangi otobüse nereden binilir pek net bilgi bulamadım. İşte size net bilgi: Havaalanından şehir merkezine iki türlü toplu taşıma var, birisi A1 denilen havaalanı servisi (bizim havaş/havataş muadili ama minibüs olanı), bir diğeri ise 72 numaralı belediye otobüsü. Dış hatlar kapısından çıktıktan sonra doğrudan karşıya yürüyüp kapıdan çıkarsanız solda 20 metre ileride durağını görürsünüz A1'in, bununla şehir merkezine gitmek için 350 RSD ödersiniz (yaklaşık 3 €), 30-40 dakika içinde Slavija meydanına (Trg Slavija) varırsınız. Eğer o kağıdan çıkmaz sol taraftaki merdivenlerle yukarı kata çıkarsanız orada da 72 numaralı otobüsün durağını görürsünüz. Ona binerseniz de 150 RSD ödeyip 45-50 dakika sonra Zeleni Venac'a varırsınız. Artık nerede konaklıyorsanız oraya yakın gidene binebilirsiniz. 72 numaralı otobüste ücretsiz wifi var bu arada. 

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Paylaş