May 23, 2010

Hoşgeldin Oğluş

bugün Oğluş'umla geçirdiğimiz ilk gündü. dün akşam geldi yeni evine. henüz 55 günlük. Doğum tarihi 28 Mart. Dün oldukça sakin görünüyordu onu aldığım pet shop'ta diğer arkadaşlarıyla beraberken. veterinere gitmek üzere kutusuna koyduğumda ağlamaya başladı, eve gelene kadar sürdü bu. eve gelip de kutusundan çıkarınca hemen koşup ilk bulduğu yere saklandı. biraz ürkek benim oğluş'um, sese karşı çok hassas. Benden de kaçıyor zaman zaman. bügün evin farklı bölümlerine de gitmeye başladı, evi tanımaya çalışıyor. küçük odayı ona verdim, yatağı da yemeği, suyu da orada. tuvaletini de nereye yapması gerektiğini öğrendi şimdiden. zeki benim oğluş'um. Oğluş'um diyorum ona bir isim bulana kadar ama bir yandan da Oğluş'um demek hoşuma gidiyor, büyük ihtimal adı bu olacak.
Şimdiden belli oldu ortadan kaybolduğunda nereye bakacağım. ya koltuğun altında ya da arkasındadır ya da kitaplığın arkasında.  bugün uzun uzun oyun oynadık birlikte. kendi kendine de oynadı bir süre ama sonra koltuğun arkasına gidip bekliyor ben koltuğa gelene kadar. bir nevi ilgi istediğini anlatıyor gibi geldi bana koltuğun arkasına kaçıp orada bekleyerek.çünkü ben koltuğun üzerine gelince hemen o da çıkıyor koltuğun altından ve yanıma geliyor. benim kolumun ya da göğsümün üzerinde uyumaya bayılıyor. bugün iki kez beraber uyuduk zaten. Dün gece oldukça sessizdi, sabah beni görünce miyavlaaya başladı. dün geceye nazaran daha az miyavladı bugün. sanırım eve alışmaya başlıyor bir de bana.
şu anda kolumun üzerine kafasını koymuş, vücudunun yarısı koltuğun üzerinde, kolunun biri de göğsüme uzanmış şekilde uyuyor. ben de bu yazıyı yazıyorum onu uyandırmamaya çalışarak :)
İyi ki geldin be Oğluş'um... :)

May 9, 2010

Just few Blocks Away - Amerika Günlüğü II

Daha duyduğumuz ilk anda bir çoğumuz çok da sıcak bakmadık aile yanında kalma durumuna açıkçası. Ne gerek var ki diye düşündüm ben de. Ama evinde kalacağım kişileri önceden tanımış olsaydım böyle bir düşünceye kapılmazdım. Anaokulu çıkışı ailelerinin kendilerini almaya gelmesini bekleyen çocuklar gibi valizlerimizle beklemeye başladık. İlk gelen benim ailem oldu. Otelden eve kadar geçen 15 dakikalık sürede kaygımın yersiz olacağını ve güzel bir 12 gün geçireceğimi anladım onlarla. Nitekim öyle de oldu. O 12 günün sonunda Chicago’dan ayrılırken güzel iki de arkadaş bıraktım ardımda.
Benim görmeyi çok istediğim ülkelerden biriydi Amerika. Böyle bir vesile ile üç hafta gibi uzun bir süre kalmak üzere gideceğim aklıma gelmezdi. Tuhaf bir şekilde hiç yabancılık çekmedim. Hollywood filmleri ve Cnbc-e dizileri sağ olsun çok tanıdık geldi her yer! Hatırı sayılır sayıda şehir gördüm, ülke gördüm Avrupa’da. O yüzden bir karşılaştırma yapmakta haddi mi aştığımı düşünmüyorum. 

May 8, 2010

Welcome to America - Amerika Günlüğü I

Uzuuuun bir yolculukla başladı her şey… Ankara’dan İstanbul’a, oradan Frankfurt’a, oradan da Chicago’ya uzanan yol aktarmalar arası uzun bekleyişlerden dolayı 26 saat sürdü. Ankara’da heyecanla başlayan yolculuk İstanbul’da sohbetlerle devam etti ancak Frankfurt havaalanında yorgunluktan bitap düşmüş bir şekilde bulduğumuz yere kıvrılıp bir an önce geçmesini beklediğimiz ama geçmek bilmeyen saatlere bıraktı yerini.Kendimizi United Airlines’ın geniş koltuklarını attığımızda biraz olsun dinlenebildik ama Chicago’ya 45 dakika boyunca inememek ve Michigan gölünün üzerinde daireler çizerek dolaşmak biraz daha yordu bizi. Ve indiğimizde 26 saatlik yolculuğun son bölümü bekliyordu bizi. Havaalanından kalacağımız otele giden 30 dakikalık yol. Kop koyu bir hava ve yağan yağmur eşliğinde ilk 3 günümüzü geçireceğimiz Comfort Suite’e geldik. Çantalarımızı odalara bırakır bırakmaz da ayağımızın tozuyla ilk toplantımıza indik, lokasyonla ilgili küçük bilgiler, ilk yedi gün için geçerli ulaşım kartlarımız , dosyalar, 18 günlük programımız, tanışmalar, merhabalaşmalar, hoşgeldinler ve yorgun yüzümüzden yaydığımız gülümsemelerle geçti toplantı. Öğlen yola çıkmıştık Frankfurt’tan ve Chicago’ya vardığımızda akşamüzeriydi sadece. Toplantı sonrası odaya çıktım eşyaları valizden çıkarmak ve yemekten önce kısa bir süre dinlenmek üzere. Oda dediğime bakmayın küçük bir apartman dairesi. İçinde Mutfağın da  olduğu geniş bir salon, bir yatak odası ve muhteşem bir Chicago manzarası… Binanın 15. Katındaki odamın iki geniş penceresinin birinden Nehir, Köprü, Michigan Avenue ve gökdelenlerden oluşan akşamları daha bir güzel olan şehir manzarası. Sonraki günlerde de oldukça popüler olacak şarap eşliğinde makarna ve pizza partilerine ev sahipliği yapacak ve gayet keyifli bir üç gün geçireceğim bu odayı çok sevdim.

March 23, 2010

Nil ile 312 Arena’da bir gece


Eski Ankapol sineması yeni 312 Arena olmuş, güzel de olmuş olmasına ama bir zamanlar vizyon filmlerini son dönemlerinde de festival filmlerini keyifle izlediğim bir sinemanın daha mazinin sayfalarında yerini almış olması biraz hüzünlendirdi beni. Eskiden Ankapol sinemasının tam karşısındaki küçük tekel bayii benimdi. Hevesle devir aldığım ama daha yılını bile tamamlayamadan deli gibi sıkıldığım o küçücük dükkandan birkaç saatliğine de olsa kaçış noktamdı benim Ankapol sineması. O dönemlerdeki tek sosyal etkinliğimdi zira dükkandan uzun süreli uzaklaşamıyordum.

March 18, 2010

Alice Tim Burton’ın Harikalar Diyarında


























Tim Burton gibi hayal gücü herhangi bir kelime ile ifade edilemeyecek kadar geniş bir yönetmen ile yine alabildiğine fantastik ve hayal gücü sınırlarını zorlayan bir hikaye olan Alice Harikalar Diyarında kitabı bir araya geldiğinde ortaya çıkan bir filmin nasıl olacağını merak etmeyeniniz yoktur herhalde. Ben de uzun zamandır vizyona girmesini bekliyordum bu filmin. Vizyona girdiğinin ikinci haftasında da gidip izleme şansı buldum. Tabi ki bu kadar görsel şölen vaadinde bulunan – bulunmasa bile bu yönde beklenti yaratan- bir film son dönemlerde oldukça popüler olan 3D avantajını kullanmaktan geri kalır mı? Tim Burton da kalmamış ama öyle çok da ahım şahım bir üç boyut olmamış açıkçası. Olmasa da olurmuş, hem burnum sızlamadan izlerken belki daha da fazla keyif alırdım.

March 9, 2010

Orda bir köy var uzakta gitmesek de görmesek de...

Kızılcahamam
Ne zamandır hem Kemal, hem Fatma hem de Artı yaşamdan bir kaç arkadaş sen de trekking'e gel bizimle deyip duruyorlardı. Üç dört sefer soğuğu, kışı, yağmuru, çamuru bahane ederek atlattığım trekking pırıl pırıl bir mart sabahında birden aklıma düştü. Hemen Kemal'i aradım, bu sefer ben dedim hadi gidelim diye. Ne de olsa Bahar gelmiş Ankara'ya. Her ne kadar cumartesi günkü yoğun yağmur ertesi gün gidip gitmemeyi sorgulatsa da bana, bu kadar yaklaşmışken bunu yapmaya vazgeçmemeye karar verdim.
Neyse ki Pazar günü 07.15 de odanın penceresinden giren sabah güneşi içimi rahatlattı. Böylece trekking kıyafetlerini kuşanıp, sırt çantalarımızı aldığımızla kendimizi Kızılay'da bulmamız bir oldu. Yolda bir çorba molası verdikten kısa bir süre sonra yürüyüşümüzün başlangıç noktası olan Bardakçılar Köyü'ne vardık. Akşam üzeri 5 civarı varmayı hedeflediğimiz Yanık köyü'ne hiç varamayacağımız bilemeden yol koyulduk. Her şey çok güzel başladı. Ancak zaman ilerledikçe bana söylenilenin aksine parkur hiç de az eğimli olmadığı gösterdi kendini. Bir süre sonra da zaten doğa yürüyüşü dağcılığa dönüştü. Ben söylene söylene ilerlerken ilk ama son olmayan düşüşüm de gerçekleşti. Doğuştan düşme ve yaralanma kapasitesine sahip biri olarak artık o andan itibaren tek dileğim belimi sakatlamamaktı.
Geçmek zorunda olduğumuz derede biraz zaman kaybettikten sonra ve onca tırmanmanın ardından bizi karşılayan tel örgü yolumuzu değiştirmemize neden oldu ama tabi ki bu da ilk değiştireceğimiz yol değildi. Biraz daha tırmandıktan sonra güzel ve küçük bir şelale karşıladı bizi. Önceki grubun hızlı yürümesi ve benim daha yavaş yürümeye ilişkin önerim küçük çaplı bir atışmaya neden olsa da yemek molası bitiminde bir parça çikolata buzları eritti ama hızlı giden grubu durdurmaya yetti mi? hayır tabi ki. Gerçi iyi ki durmamışlar da bizimle aynı kaderi paylaşmamışlar.
Güzel bir manzara eşliğinde yanımızda getirdiklerimizi yemek üzere mis gibi dağ havasında, masmavi gökyüzünün altında mola verdik. Ankara'ya bu kadar yakın böylesine güzel bir doğa şaşırtmadı desem yalan olur beni. Yukarıdan akıp gelen suyun içilip içilmeyeceği üzerine yaptığımız yorumlardan sonra tekrar yola koyulduk. Buraya gelene kadar düşme ve kalkma esnasında tanıştığımız Çiğdem ve Emine de bizim gruba dahil oldu. Artık tepeye tırmandığımız için düşmeden ama arkadan arkadan yürüyorduk.
Uzun bir yürüyüşün ardından rehberimiz yanlış geldiğimiz ve geri döneceğimizi söyledi Ayak bileklerimizi acıtan o yengeç gibi yan yan yürümek zorunda kaldığımız süre içinde bizim grupta kaybolduk esprileri başlamıştı bile. bir şeyi kırk kere söylersen olurmuş zaten... O yanlış girdiğimiz yol ve onun geri dönüşü bize epey vakit kaybettirdi. Nihayet bir göle vardık ve sanırım çoğumuz yolun sonuna geldiğimizi sandık ve oh çektik. Gölü geçer geçmez girdiğimiz yolda köylülerin yolun bozuk olduğunu söylemesi üzerine rehberimiz bizi kestirme yola gireceğimizi söyledi ama orada uzakta görünen köyün bizim varacağımız köy olduğunu söylemedi. Söylese belki o dik yamaçtan inmeyi reddederdik. Kimbilir belki de etmezdik. Biz o dik yamaçtan inmeye başladığımızda düşme rekorları kıran grubumuz arkada kaldı. Yaklaşık 45 dakikanın sonunda önceki grubun alıp başını gittiğini üstelik rehberin de o grupta olduğunu farkettik. Neyse ki diğer rehberimiz Can bizim yanımızdaydı ve telsizle haberleşebiliyorlardı. 20 dakika sonra rehberimize, ondan 10 dakika kadar sonra da onunla birlikte olan diğer insanlara ulaştık. Ama onlara ulaştığımızda artık hava kararmak üzereydi ve bol gülmeli, bol düşmeli inişimiz yerini yavaş yavaş karamsarlığa bırakıyordu ki o sırada rehberimiz İlker bize varacağımız köyü gösterdi. O an anladık ki biz o köye hiç varamayacaktık. Çiğdem'i oturduğu taşın üzerinde ben yürümüyorum artık, helikopter gelip alsın bizi isteğinden vaz geçirdikten sonra vadiye doğru inmeye başladık ama vadideki dere yatağına inemeden gece çöktü.
O an itibari ile biz kaybolmuş durumdaydık. Karanlıkta sadece iki fener ve bir cep telefonu ışığı ile 15 kişi düşe düşe, kaya kaya indik dere kenarına. artık herkes yorulmuştu ama gece de ilerliyordu, kısa süreli dinlenmelerle bir an önce yola devam edip yolu bulmayı umuyorduk GPS'in gösterdiği. Hem karanlık, hem arazinin engebeli oluşu hem de bir gün önceki yağmurun ıslattığı toprak bir hayli zorladı bizi. Saat 20.00 civarı bizi almaya gelen aracın kornasını duyduk, bu ses yorgunluktan iyice yavaşlamış grubu kendine getirdi. Ondan yarım saat sonra da Ankara'dan bizi aramaya/almaya gelenlerin ışıklarını gördük. Pek bir mutluyduk kurtulduğumuz için. Minibüse gidip nihayet oturabilmek ve rahatlamak için son bir zorlu engel kalmıştı. çamur deryası bir yol... Normal şartlarda 5 civarı bitmesi gereken yürüyüş yaklaşık 10 saatlik bir yürüyüşün ardından 21.30 civarı bitti. Yürüyüşle birlikte biz de bittik tabi.
Bu kayboluşun getirileri de olmadı değil tabi; o zorlu yürüyüş boyunca özellikle de kaybolduktan sonraki kısımda grup elemanlarının dayanışması çok güzeldi ve tabi güzel arkadaşlıkları da beraberinde getirdi bu kaybolma. biz bunun adına trekking kardeşliği diyoruz ve bir ara tekrar kaybolmayı düşünüyoruz:) tabi bunu düşünebilmemiz için üzerinden bir kaç gün geçmesi gerekti.

Çıkardığım dersler: sırt çantasında bir adet de fener olacak! ve ekstradan yiyecek!
Baton gece yürüyüşü içi iyi değil!(dereye düşmeye sebep olabiliyor)
Arazi az eğimli diyen arkadaşlarına inanma!
Kaybolunca helikopter gelmiyor! (Amerika mı burası:P)
Öndeki grupta olmaya çalış!
Sabah yola çıkarken herkese gülümse ki ihtiyacın olabilir onlara ilerleyen saatlerde:)))

December 18, 2009

Yazmayı unutmak...

Unuttuğum bir şeyi daha fark ettim, yazı yazmak... Yok, mecaz falan değil kelime oyunu hiç değil, dümdüz anlamıyla yazmak... Hani kalemi kağıdın üzerinde belirli şekillerde gezdirmek suretiyle gerçekleştirdiğimiz eylem. Nereden çıktı bu demeyin şimdi. Malum bir yılı daha deviriyoruz, böyle devirirken yılları devirdiğimizi başka şeyleri hatırlarız ya genelde ben de yazmayalı ne kadar çok zaman olduğunu hatırladım ve oturup uzun zamandır form doldurmak ve çok kısa notlar almak dışında kullanmadığım ve günden güne çirkinleştiğini fark ettiğim el yazımla bir şeyler yazmak istedim. Eskisi gibi akıp gitmediğini görüyorum artık kalemin kağıdın üzerinde seri biçimde, harflerin nasıl birleştirildiklerini bile unutmuşum nerdeyse. Oysa eskiden sık sık kalem alırdım elime. Bol bol mektup yazardık birbirimize, bayramda seyranda, güzel günde, kötü günde, özlediğimizde, düşündüğümüzde mektup yazardık birbirimize, yeni yıllarda kartların arkasına el yazımızla özene bezene iyi dileklerimizi yazar gönderirdik sevdiklerimize. Şimdi bırakın kart göndermeyi kaç kişi iyi dilekler için kendi kelimelerini kuruyor merak ediyorum. Hazır katlar var şimdi internette ve tek yapmamız gereken göndereceğimiz kişinin e-mail adresini yazıp basmak tamam tuşuna, hepsi bu. Hatırlanan hatırlandığı için mutlu hatırlayanın da hatırladığı için vicdanı rahat. Bu kadar basit artık iyi dilek göndermek birilerine. Oturduğumuz yerden kalkmadan, doğru düzgün yazma gayreti içinde olmadan, özenmeden, çok da emek sarf etmeden. Zaten hiç kimsenin vakti de yok ne oturup postacı yolu gözlemeye ne de yazdıklarının cevabını beklemeye. O yüzden kimse iyi dileklerini, özlemlerini, aşklarını, umutlarını, selamlarını ve saygılarını koymuyor artık zarfın içine, kimse küçüklerin gözlerinden büyüklerin ellerinden öpmüyor hasretle... Postacılar artık sadece kredi kartı ekstrelerini ve faturaları taşıyor çantalarında, öyle olunca da kimse gözlemiyor postacının yolunu. Artık ne selam veren postacılar var ne de onlara merakla bakan ve çok sevinçli haberler getirdiği için teşekkür eden birileri. O da bir çok şey gibi çocuk şarkılarında kaldı.

Aslında o kadar büyük bir hızla ilerliyor ki zaman, o hızda değişmediğini, aynı kaldığını sanıyoruz bazı şeyleri ve sonra dönüp bir bakıyoruz ki bir zamanların rutini şimdi nostalji olmuş. Oysa nice aşklar kilometreler kat etti karşılığını bulmak için, nice söylenemeyen sözler cümle oldu beyaz kağıdın üzerinde, nice kucak dolusu sevgiler gönderildi, nice ayrılık acısı döküldü satırlara, kimi zaman göz yaşı taşıdı o zarflar içinde, kimi zaman hüzün, kimi zaman umut ve sevinç doldu taştı zarfın rengine. kimilerinin ucu bile yakıldı hasretle ve nice şiirler yazıldı dize dize... O mektupların hepsi özeldi, arial ya da times new roman değildi, on bilemedin on bir punto ile yazılan… Her bir harfin kıvrımı sahibine özeldi.

Bir oturup düşünün şimdi kaçınız en yakın arkadaşının el yazısını gördü? Ya da kaçınız sevgilisinin el yazısını tanıyabilir?

Güzel olmaz mıydı sevgilinizden ya da arkadaşınızdan gelen bir kart bulmak posta kutusunda? Mutlu olmaz mıydınız sahibinin dokunduğu bir kağıttan sadece ona özel bir karakterle yazılmış kelimeleri okumaktan? Şu an tam sırası işte. 2009'u devirmeye günler kaldı. 2009 devirmeden sizi uzun zamandır ve belki de hiç yapmadığınız bir şey yapın, el yazınızla özel bir hediye verin sevdiklerinize, bir kaç satır da olsa. Siz de mutlu olun, onu aldığında sevdikleriniz de.

Şimdiden mutlu yıllar herkese...

November 18, 2009

Dumansız hava sahasında dumanlı işler


Kış geldi çattı, her ne kadar geçen yıllara oranla birçok insan hâlâ dışarıda oturma ısrarını sürdürüyor olsa da sigara içenler kafelerin, barların içine girmeye başladıkça sigara yasağının yaşattığı sıkıntı kendini yavaş yavaş göstermeye başladı. Bu sigara yasağı insanları iki gruba ayırdı malumunuz üzere: yasağı destekleyenler ve desteklemeyenler. Başında belirteyim ben yasağı destekleyenlerdenim. Tabii ki sigara içen ve bu yasağı desteklemeyen bazı insanlar sigara içmenin de bir özgürlük olduğunu ve bu özgürlüğü kısıtlamanın hem faşizan bir hareket hem de insan haklarına aykırı olduğunu savunuyorlar. Peki, eğer bu faşizan bir yasak ve insan haklarına aykırı bir uygulamaysa bunca yıl sigara içmeyen insanların duman altı olmuş, göz gözü görmeyen ortamlarda bulunmak zorunda bırakılmaları neydi? Ben şehirlerarası otobüslerde ve hatta şehir içi minibüslerde sigara içilen dönemleri hatırlıyorum. Gerçi o kokudan içimin dışına çıktığı şehirlerarası otobüs yolculuklarını nasıl unutabilirim ki! Bir de çok sevdiğim montumun minibüste sigara ile yakılması sonucu üzüntümü…


Neyse ki aradan yıllar geçti, şimdi sigara içenler bile tahayyül edemiyor otobüslerde sigara içilen dönemleri. Öylesine saçma öylesine pis bir uygulama. Sonra tarih 19 Temmuz 2009 oldu ve pek bir sevindik biz sigara içmeyenler. Ne de olsa artık pasif içicilikten kurtulacak, duman altı kalmadan eğlenebilecek ve en güzeli eve buram buram sigara kokan giysiler ve saçlarla dönmeyecektik. Ne güzeldi, ne medenîydi, ne insanca bir şeydi hem zaten sigara içenler sadece kendilerinin değil biz sigara içmeyenlerin de sağlığı ile oynuyorlardı. Bundan güzel gerekçe mi olurdu sigara yasağı için… Sağlık bakanı televizyonlarda, gazetelerde boy boy göründü, bu yasağın uygulanmasının elzem olduğunu, asla bundan geri adım atılmayacağını, halkın sağlığının önemli olduğunu anlattı. Herkesler dumansız hava sahasına destek oldu, arada ses çıkaranlar oldu ama sustular sonra. Zaten yazdı, açık alanlarda oturdu insanlar, ne müşteriler ne işletmeler hissetmedi sigara yasağını.


Sonra kış geldi, mekânlar açık alanlarını kapattılar, kimisi camla kapattı kimisi şeffaf naylon ile. Açık alanlar kapalı alana dönüştü ama kullanımda hâlâ açık hava muamelesi gören kapalı alanlara! Oysaki yasa çok açıktı, sigara içilebilecek bölümün en az yüzde ellisinin açık olması gerekiyordu bildiğim kadarıyla ve sigara içilen dış mekân ile sigara içilmeyen iç mekânın ayrılması da şarttı ama ne oldu? Şimdi dört bir tarafı kapalı mekânlarda pofur pofur sigara içilmekte. Üstelik ortalıkta dolaşan bir söylenti eğer gerçekleşirse devletin belirlediği miktarda bir yıllık vergi ödeyen işletmeler sigara içme yasağından muaf olacaklar! Oh ne ala! Nerede kaldı halkın sağlığı, nerede kaldı yasanın amacı? Böyle bir vergi çıktığında elbette bütün işletme sahipleri sigara içen müşterilerini kaybetmemek adına bu vergiyi ödeyecekler. Sigara içmeyen müşteriler de nasıl olsa gelecek, ne yapacaklar ki başka? Yalnız kalmaktansa yine katlanacaklar sigara dumanının altında sosyalleşmeye, arkadaşlarıyla vakit geçirip, eğlenmeye. Böylece devlet kendi koyduğu yasağı kendi eliyle delecek ama kesesine de bir sürü para girecek. Tam Türkiye’ye yaraşır bir hareket olacak bu eğer bu söylentiler gerçekleşirse ama sonuçta ateş olmayan yerden duman çıkar mı? Hem biz alışkınız verginin “özel”ine… O yüzden olası geliyor kulağa.


Bugün Konur Sokakta bir cafede kahvaltı ediyordum, eski dış, yeni iç mekan doğal olarak sigara içilen bir alan olmuş o sokaktaki tüm cafelerde olduğu gibi. Hatta dışarıdaki çocuk müşterileri kendi kafesine çekmek için rahatsız ederken özelikle vurguluyor “bahçemizde sigara içiliyor” diye. Bahçe dediği o şimdi kapalı olan mekân! Garson çayımı getirdiğinde sordum, burada nasıl sigara içiliyor diye. Garson dedi ki, bizim sigara içme belgemiz var! Nasıl yani dedim, yok ki böyle bir yasa ne belgesi bu? Garson dedi ki hani yeni yasa çıkacak ya, o özel vergi veren işletmelerde sigara içmek serbest olacak. O yüzden içiliyor bizde dedi. Güler misin ağlar mısın? Daha çıkmamış bir muafiyetin izin belgesi varmış o işletmede. Burası Türkiye her şey mümkün! Onların izin dediği de çok büyük ihtimal yasağın uygulanmasını kontrol etmekle yükümlü kurumların göz yumması. Tabii ki göz yummanın bir bedeli olmalı, siz anladınız onu. Biz alışkınız gerçi her bir yasağın birileri için rant kapısı olmasına, şaşkınlık yaşamak abes olur bu durumda.


Sonuç olarak dumansız hava sahasında dumanlı işler dönüyor kanımca.
Dumanlı işleri çeviren hem yasa koyucu hem idari birimler…
Dumanlı işten kârlı çıkanlar: sigara tiryakileri ve işletmeler…
Dumanlı işlerden öksürenler: sigara içmeyenler…
Sağlıklı ve medeni günler!

November 4, 2009

Burada hiçbir şey yok anne...


“Burada hiçbir şey yok anne!” diyor kapının eşiğine oturmuş genç öğretmen. Belli ki böylesine bir yer canlandırmamış kafasında. Zaten diyor da annesine “Köye gideceğimi biliyordum ama böyle bir yere değil”

Haklı da… Orda bir köy var uzakta diye şarkı söylerken ilkokulda tabii ki hiç birimizin kafasında öyle bir köy canlanmıyor. Çünkü köy dediğin, bir bilemedin iki katlı, şirin mi şirin, beyaz badanalı, kırmızı kiremitli evler, köyün meydanındaki büyük çınarın altında tahta masaların etrafına atılmış şirin tahta sandalyeli bir kahvehane, illa ki yakınlarda bir yerde şırıl şırıl akan bir dere, kazların peşinde koşan çocuklar vesaire vesaireden oluşur…

Nitekim genellikle böyledir de Ege’nin köyleri, gitmesek de görmesek de o köyler bizim köylerimizdir. Ya doğudaki köyler kimin köyü?
Emre öğretmenin tayini de öyle bir köye çıkmış işte, hiçbir şeyin olmadığı ama birilerinin her şeyinin orada olduğu bir köye.

İki Dil Bir Bavul’un hangi türe gireceğini hatta bir türü olup olmadığını bilmiyorum, kimileri belgesel diyor, kimileri sinema filmi. Türü, tekniği ne olursa olsun birer birer ödülleri topluyor İki Dil Bir Bavul.

Öylesine doğal, öylesine kurgudan uzak ve öylesine gerçek ki film ödül almaması ilginç olurdu asıl. Film birçok insan için çok farklı bir dünyanın kapılarını açıyor bir öğretmenin gözünden. Tek derslikli, bütün sınıfların birlikte eğitim gördüğü, aynı dili konuşamayan bir öğretmen ile yazıp çizdiklerini öğretmenlerine göstermek için can atan çocuklardan oluşan bir okul. Konuşamadığın bir dili konuşan çocuklara onların konuşamadığı bir dille eğitim vermek… Anlatması bile zorken anlamak güç yaşamadan. Zaten Emre öğretmen de anlamıyor, çocuklar da, tıpkı bu ülkedeki Kürtlerin ve Türklerin Türkçe konuşurken bile birbirlerini anlamadıkları gibi.

Hikaye güzel, pardon hikaye dedim, gerçeklik diyecektim. Türküm, doğruyum diye başlayan andımızı okuyan Türkçe bilmeyen Kürt çocukları bu ülkenin gerçekliğinin ta kendisi. Ben şahsen kötü hissettim kendimi onlar orada doğru telaffuz bile edemedikleri bir dilde olmadıkları bir kimlik olarak and içerlerken ve ne mutlu türküm diye bitirirken ‘and’larını. Ne mutlu ne mutlu! Onlar içti andı biz çıkalım kerevetine...

Filmi herkes görmeli, asıl görmesi gereken bir grup insan da görmeli, hani benim ülkemde yaşıyorsan benim dilimi konuşacaksın diyen ama benim ülkemde yaşıyorsan benim aldığım hizmetleri alacak ve benim gördüğüm muameleyi de göreceksin demek aklına gelmeyen o bir grup kendini bilmez insan. Ama sanırım onlar bu filmi izlediklerinde bir şeyleri idrak etmek yerine “helal olsun öğretmene, bak nasıl öğretti onlara andımızı” diye gururla çıkacaklardır salonlardan. Çünkü bu kadar basittir onlar için “mesele”, zaten hiçbir derinliği de yoktur o “mesele”nin çünkü Türkiye’de yaşıyorsan zaten Türkçe konuşacaksındır, senin Türkler gelmeden önce de orada yaşıyor olmanın ve kendi dilini konuşuyor olmanın bir önemi yoktur onlar için. Olay basittir, ya konuşacaksındır ya gideceksindir. Evet filmi bu ülkede yaşayan herkes görmelidir, görmekle de kalmayıp kabul etmelidir gerçekliği. Aslında küçük bir empati yetecektir ama maalesef “damarlardaki asil kan” izin vermez bu empatiyi kurmaya.

İki Dil Bir Bavul öyle güzel anlatmış ki ismiyle kendini ama sadece dil mi bavulun içindeki? Bunca yılın sorunu sığar mı o bavula? 86 yıldır tıkış tıkış dolduruldu o bavul adaletsizliklerle, yanlış devlet politikalarıyla, kayırmalarla, yok sayılmalarla, suskunlukla ve asimilasyonla. Ama artık o bavul geç de olsa açıldı. Şimdi bunca yıl birbirini anlamayan iki milletin konuşma zamanı. Gidin siz de görün bu filmi, empati kurmaya çalışın, çünkü o uzaktaki köy bizim bildiğimiz köylerden değil.

October 30, 2009

Demircan'ın "sınırsız" vaazı


Sevgili günahkar okurlar, dün gece Barış'tan (Sulu) gelen bir telefonun ardından Habertürk kanalını açtım. Pelin Batu ve Nagehan Alçı'nın birlikte hazırlayıp sunduğu Sınırsız isimli programda eşcinsellik tartışılıyordu ve konuk kişi de Ali Rıza Demircan isimli bir ilahiyatçıydı. İlahi Ali Rıza Demircan deyip geçebilmeyi öğrenmiş olmam lazım aslında eşcinsellik ve ilahiyatçılar yan yana geldiğinde duyduğum cümlelerin benzerliği konusunda ama maalesef yine diyemedim. Ali Rıza Demircan Cuma gecemin sükunetine bir bomba gibi düştü, o irite edici sesiyle sazı eline alıp uzun uzun konuşmasını dinlemeye başladım, dinledikçe bir kez daha günahkar olduğumuzu öğrenmiş oldum, saçma sapan cümlelerini duydukça da gerim gerim gerildim. Diledim ki Demircan burda olsun ben de hazır bu kadar gerilmişken patlayayım, onun da ödü patlasın ve hep birlikte kurtulalım bu zehirli adamdan. Bir kaç kez televizyonu kapatmak istedim ama bir yandan da kendi kendime Pelin ve Nagehan böyle bir konuk çağırıp konuyu da eşcinsellik olarak belirledilerse, derslerine çalışmışlardır ve söyleyecek bir şeyleri vardır diye düşündüğüm için o cümleleri duymayı bekledim. Ama nafile, ne Ali Rıza Demircan vaazına ara verdi ne de onlar kendi programlarının gidişatını ellerinde tutabildiler. Bir kaç kez ‘ama’ diye araya girmeye çalıştılarsa da olmadı. Belki bir iki güzel cümleleri vardı akıllarında ama izleyiciler maalesef duyamadı onları.


Ali Rıza Demircan bir kitap yazmış, eh dinle ilgili bir kitap yazılır ve günahlar listesi çıkarılır da eşcinsellik olmaz mı hiç o listede. Sağolsun kendisi de eşcinselliğe yer vermiş kitabında. Bunun ne kadar günah, ne kadar yanlış olduğunu bir bir anlatmış. Belli ki Demircan bu kitaptaki eşcinsellikle ilgili bölümü hiç bir araştırma yapmadan ve değil at gözlüğü takmak gözlerini tamamen kapatarak yazmış ama ne hikmetse lezbiyenlerin tatmin olamadıkları bilecek kadar da tecrübeli! Programın sonuna doğru Pelin ve Nagehan'a övgüler yağdırırken bir yandan da kendisine ‘çapkın’ dendiğini de belirtmeden geçmedi üstü kapalı bir şekilde. Kızları görünce karşısında dili açılıyormuş, güzel güzel konuşuyormuş Demircan.


Neyse bir ara Pelin Batu, Psikiyatrlar Birliği’nden bahsedecek oldu ki, Demircan bir panter gibi atladı cümlenin üzerine ve psikolog ve psikiyatrların söylediklerinin geçerli olmadığını, hiç bir temeli olmadığı, hem de bunların ilim bile olmadığını ve insanın karmaşık iç dünyası etrafında dönen ve kendilerince bunun şekillerini çizmeye çalışan insanlar olduklarının altını çizdi. Sanırsınız ki psikoloji ve pskiyatri bilimlerini görmezden gelen ve değersiz kılan bu adam soyut olmayan bir konuda uzmanlık taslıyor. Bu cümlelerden sonra anladım ki bu tip insanlarla tartışırken, eşcinselliğin bir hastalık olmadığı konusunda Amerikan Psikiyatrlar Derneği ve Dünya Sağlık Örgütü gibi kuruluşları referans göstermemiz de hiç bir şey ifade etmiyor.


Demircan'a göre eşcinsel bir insan müslüman olamaz. Kimin müslüman, kimin inançlı, kimin duasının kabul olup kiminkinin geçerli olmadığı ve hatta kimin cennete gidip kimin gidemeyeceği konusunda kanaat getirebilen ilahiyatçılarımız bol olduğu için çok yadırgamadım bu durumu. Yakında belki bir mesaj hattı bile çıkarırlar. Cennet yaz, adın ve yaşınla birlikte 6666 ya gönder cennetlik misin değil misin öğren! Şaka bir yana tüm dinler der ki, inanç bireyle tanrı arasındadır, kişinin vicdanıdır inanmak ya da inanmamak. Maalesef bizim ülkemizde çok fazla aracı kurum var bireyle Tanrı arasına girmeye çalışan. Bu konu başka bir tartışma konusu. O yüzden ben yazımı bu insanların medyadaki temsiliyle bağlamak istiyorum. Dün gece oturup programa bir mail de yazdım. Bu insanlar zaten bu kinlerini ve nefretlerini kusmak için yeterince mecra buluyorlar kendilerine, anlamadığım neden kendilerini çağdaş ve demokratik olarak tanımlayan ve insan haklarına saygılı olduğunun altını çizen Habertürk ve özellikle Pelin olmak üzere Nagehan da böyle ekstra bir mecra yaratıyor bu insan haklarının yakınından bile geçmeyen insanlara? Kendimizi ifade edebilmek ve eşcinselliği anlatmak için yıllardır emek veriliyor ve bu mücadele sadece ve sadece en temel insan haklarına sahip olmak için veriliyorken, sırf reyting uğruna Demircan gibi bir adamın bir saatlik monologu ile bu emeklerin yerle bir edilmesi hangi insan hakları kavramı içine giriyor merak ediyorum. Ya da illa ki ele almak istiyorsanız eşcinselliği biraz daha araştırıp biraz daha hazırlıklı olunamaz mı? Demircan'a monolog yapması için o kadar zaman verilirken, ondan sonra çıkıp da Demircan'a verilen sürenin yarısı verildiği için demek istediği çoğu şeyi demeye vakit bulamayan Kürşad Kahramanoğlu, Demircan ile aynı zamanda konuk edilip daha adil bir tartışma ortamı sağlanamaz mıydı? Hoş Demircan pek tartışmayı bilen bir insan gibi görünmüyor ama Kürşad ona gereken cevapları verebilirdi eminim.


Son olarak eşcinsel olmak mı günah yoksa Tanrıcılık oynamak mı Demircan efendi?

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Paylaş